Ferhat Uludere: İyi ki ‘Sayıklamalar’ Var!

Sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla bir dünya kurarız kendimize. Elde etmek istediklerimizi düşünmezsek kurduğumuz dünya ne çok sıkıcıdır ne de çok eğlenceli. Ancak ne zaman farklı bir şeyi arzulasak kurduğumuz bu dünya yıkılır. Kalmakla gitmek, vazgeçmekle savaşmak arasında çetin sınavlar verilir. Seçiminizi mücadeleden yana yaparsanız eski sakin düzene özlem kaçınılmazdır. Ferhat Uludere 13 yıl sonra yeniden yayınlanan ilk kitabı Sayıklamalar’da kasabasından İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’a alışmaya çalışırken kasabasını özleyen bir gencin dünyasından öyküler anlatıyor bize.

21 öyküden oluşan kitap Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Öykülerin nesnelerden hayata uzanan dünyasında yalnızlık, beklemek, özlemek ve aidiyet yazarın kaleminden gerçeğe bürünüyor ve okura edebi bir haz sunuyor.

Ferhat Uludere ile Sayıklamalar’dan başlayıp hayata, kitaplarına, yazmaya ve edebiyata dair konuştuk.

IMG_1461 - Kopya

Sayıklamalar bir ilk kitap… Üstelik heyecanları, talihsizlikleri, yaşanmış ve yaşanamamış sevinçleri ile bir ilk kitap… Kendi deyişinizle bir gençlik çetelesi olan bu kitabı tekrar yayınlamaya nasıl karar verdiniz?

“Sayıklamalar” yayımlandığında 25 yaşımdaydım. 13 yıl sonra o günlere baktığımda 25 yaşın bir kitap yayımlamak için oldukça erken bir yaş olduğunu düşünüyordum. Bunun tabii ki birtakım nedenleri vardı ama bu düşüncemin en önemli sebebi kitabın kusurlu yayımlanmasıydı. Soruda dediğiniz gibi “yayınlanırken bir takım talihsizlikler” yaşamış bir kitap “Sayıklamalar”. Yayınevinin acemiliği yüzünden asgari özenin bile gösterilmediği bir kitap oldu. “Sayıklamalar” yayınevi için sadece hatalı bir üründü, ama o hatalı ürün benim ilk kitabımdı. İçindeki hatalar yüzünden “Sayıklamalar”la aram açıldı. İnsanın kendi kitabıyla arasının açılması cidden hoş bir şey değil. Bunun bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Bu duyguyu ne yayınevi sahipleri bilir, ne de editörler…

Uzun bir süre kitabı görmedim, görmek istemedim; samimiyetle söylüyorum “Sayıklamalar”ın ilk baskısı kütüphanemde yoktur.

Yitik Ülke Yayınları kitabı tekrar yayımlamak istediğinde Kadir Aydemir’in bu fikrine önce sıcak bakmamıştım. “Sayıklamalar” artık piyasada yoktu ve olmamasının daha iyi olacağını düşünüyordum. Ama Kadir ısrarcı olmaya başladığında en azından kitaba bir kez bakmak istedim. Sonra “Sayıklamalar”a haksızlık yaptığımı fark ettim. 13 yıl sonra okuduğumda kabahatin hikayelerde değil yayınevinde olduğunu anladım bir kez daha… Sonra yeniden yayımlamaya karar verdik.

Kitabın önsözünde ilk kitap heyecanınızı ve o zaman yaşadıklarınızı çok samimi bir dille anlatıyorsunuz. 13 sene sonra Sayıklamalar’ı tekrar elinize almak nasıl bir duygu?

Sunay Akın’la yıllar önce yaptığımız konuşmayı kitabın girişine iliştirmiştim. Kitabı görünce “ilk kitap heyecanını bir daha yaşayamayacaksın” demişti. Hakikaten de öyle oluyor. İlk kitap heyecanı bir daha yaşanmıyor. İlk kitabınız 13 yıl sonra yeniden yayımlansa bile aynı heyecan olmuyor. Çünkü siz de aynı kişi olmuyorsunuz. O öyküleri yazan çocukla aramda 14 ya da 15 ya da daha fazla yıl var. Onun yazdıklarına biraz ağabey şefkatiyle yaklaşıyorum artık, yaptığı hataların üzerinde çok durmuyor gülüp geçiyorum. “Sayıklamalar”ın heyecanını değil de bir dönem bu öyküleri yazmış olmanın keyfini yaşıyorum. Şimdi iyi ki de “Sayıklamalar” var diyorum. Çünkü 2002 yılındaki o kitap fuarında, o gün elinde ilk kitabıyla Attila İlhan’ın imza gününe giden ve ona kendi kitabını imzalayan çocuk çok mutluydu.

Kitabınızı rahmetli babaannenize ithaf etmişsiniz. Bir öykünüzde de babaannesini kaybetmiş bir yetişkinin üzüntüsünü ve babaannesiyle arasında kurduğu saf sevgi bağını işliyorsunuz. Babaannenizin hayatınızdaki ve bugünkü yazar kimliğinizdeki etkisi nedir?

Babaannem hakkında yazdığım ilk hikaye “Sayıklamalar”daki “Kibrit Kutuları” değil aslında. 90’lı yılların ikinci yarısında Lüleburgaz’da çıkardığımız fanzinlerden biri olan “Bi’ Şey”de yazdığım “Geriye” adlı bir öykünün başkahramanı da babaannemdi. Çocukluğumun büyük kısmını babaannesinin yanında geçirmiş biriyim, hatta ilk gençlik yıllarımın büyük bir bölümü de onunla geçti. Babaannesiyle yaşayan her çocuk gibi ben de birçok hikaye dinledim ondan; birçok dua öğrendim… Babaannem ve onu ziyarete gelen yaşıtlarından yorgunluğu, heyecanı, hayattan keyif almayı ve ne yazık ki ölümü her çocuktan önce öğrendim. Babaannem hakkında iki tane hikaye yazdım, ama onun bana kattığı şeyler yayımlanmış beş kitabımda anlattığımdan daha fazlaydı.

“Sayıklamalar”ın son baskısında hikayelerin yerleri yeniden düzenlenmiş. Bunu yaparken kitabın atmosferinde neyi değiştirmek istediniz?

Tüm hikayeleri okuduktan sonra sıralamanın böyle olması gerektiğini düşündük. Kitabın duygusunu, atmosferini ve söylemek istediğini en iyi yansıtan hikayeyi bulmak ve onunla başlamak gerekiyordu. Bir şey değiştirmedim aslında, olması gerekeni yapmaya çalıştım. Çünkü önceki yayınevi kitaptaki öyküleri alfabetik sıraya dizmekten başka bir şey yapmamıştı.

“Bu evde hatta bu hayatta var olan her şey bizlerin yaşamına etki eder, hatta yaşamlarımızı belirler.” cümlenizi kanıtlarcasına nesnelerden kurulu veya yolu çokça bu nesnelerden geçen hikayeler var kitabınızda… Nesneler bu kadar önemli mi hayatımızda?

Aslında sadece benim hayatımda değil hepimizin hayatında nesneler büyük bir yer tutuyor ve biz istesek de istemesek de hayatımızda bunların önemi büyük. Hatta öyle ya da böyle hepimizin hayatını nesneler belirliyor. Bazıları bunu “sahip olduklarının sonunda sana sahip olması” üzerinden tanımlıyor, bazıları üretim araçlarından dem vuruyor; ben ise en saf haliyle ele alıyorum. Halıfleks döşenmiş bir odayla el halısı serilmiş bir odada yaşanan aynı ilişkinin değişik sonuçlar vereceğine kanaat getiriyorum. Nesneler ve hayatlar arasında kurduğum ilişki sadece “Sayıklamalar” ile de sınırlı değil. “İslenmiş Aşka Mektuplar”da, “1001 Fıçı Bira”da, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”da ve hatta “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nde de bu ilişkiyi görmek mümkün…

Yazarken bozmayı, yeniden kurmayı, anlatılanın ötesine geçmeyi seviyorsunuz. Üstelik kurcaladığınız hikayenin sizin olup olmaması da sizin için önemli değil. Bu, her şeyi olduğu gibi kabul eden dünyaya karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilir mi?

Metinleri bozmayı ve onları yeniden, yeni biçimlerle üretmeyi seviyorum. Bundan hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğim. “Sayıklamalar” ve “İslenmiş Aşka Mektuplar”da bu tip hikayeler yazmıştım. “Don Ouijote’nin Üçüncü Cildi”nde işi bir romana kadar vardırdım. Tabii eylemlerimiz bunlarla sınırlı kalmayacak…

Bu yaptığımı bir başkaldırı olarak okuyabilirsiniz elbette. Çünkü mevcut metinleri yazarın elinden çıkmış haliyle bırakmak yerine onu önce bir okur olarak yorumluyor, ardından da bir yazar olarak yeniden yaratıyorum. Hem de gerçek yazarının hayal etmediği bir biçimde.

Çalışmak adamın karakterini bozar mı?

Elbette… Sizi bilmiyorum, ama ben hayatı boyunca çalışmamış hatta hiçbir zaman da çalışma ihtiyacı hissetmemiş insanlarla bir arada yaşadım. Bu insanlar öyle zengin değillerdi, aileden gelen varlıkları da yoktu, kimseden emir almadıkları gibi kimseden para da istemiyorlardı. Onlar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapan Lüleburgaz’ın çalışamayan insanlarıydı. Bizim çağdaş fakat ondan kat be kat yoksul Oblomovlarımız… Onların ellerindekilerden daha fazlasına ihtiyaçları yoktu. Daha başka yerleri de hayal etmiyorlardı. Evet; bulundukları yerden şikayet ediyorlardı, ama buna rağmen orada mutluydular. Şikayetleri bir alışkanlıktı, insanlara anlatacak hikayelerini bu şikayetlerle süslüyorlardı. Ve burada çalışmak adamın karakterini bozuyordu. Çünkü çalışmak daha fazlasını istemekti.

“Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” yayımlandığında kitapla alakalı yaptığımız tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp kasaba sıkıntısına geliyordu. Ben de İstanbul’dan bakıp kasaba sıkıntısı üzerine beylik laflar ediyordum. Söyleşiler durulduktan sonra Lüleburgaz’a gittim ve çok eski dostlarımdan, hatta ağabeylerimden biri sarhoş bir sesle şöyle demişti;

“Sen gazetelerde kasaba sıkıntısı filan diyorsun ya, oğlum biz sıkılmıyoruz burada. Keyfimiz yerinde vallahi. Sen nereden uyduruyorsun ki öyle şeyleri…”

Sayıklamalar’da yalnızlık var, ait olamama, kendini anlatamama var, beklemek var, özlemek var… Bunların tam da ortasında Beckett’in, Don Quijote’nin, Oblomov’un izleri var… Bugün bu kitaba buradan baktığımızda onu Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nin bir habercisi gibi görebilir miyiz?

Okur için sıralama “Sayıklamalar”, “İslenmiş Aşka Mektuplar”, “1001 Fıçı Bira”, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” ve “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi” olarak ilerliyor. Bu anlamda haklısınız elbette; “Sayıklamalar”daki bazı öyküler “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nin habercisi olabilir. Ama gözden kaçan küçük bir detay da var. “Sayıklamalar” 2002 yılının Ekim ayında yayımlandı, ama “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ne kaynaklık eden çalışmalara başladığımda sene 2000’di. Bu anlamda “Sayıklamalar” hem öncesi hem de sonrası oluyor. O yıllarda yaptığım çalışmalar zamanla farklı şekiller aldı ve farklı metinler olarak ortaya çıktı diyebiliriz…

Sayıklamalar ve ikinci öykü kitabınız İslenmiş Aşka Mektuplar arasında üç sene var. Üç sene içinde diliniz ve kurgunuzdaki değişimlerin yanında yarattığınız dünya da değişiyor. Edebiyat yolculuğunuzda bu iki kitabınızı değerlendirmenizi istesek…

İki kitap arasında belirgin farklar görmek mümkün ama ikisinin de duygusu aynı gibi geliyor bana. “Sayıklamalar” kendince öyküler yazan birinin kitabıyken “İslenmiş Aşka Mektuplar”da ilk öykü kitabını yayımlamış genç bir yazarın yeni öykülerini okurla buluşturmasının sorumluluğu var. Şimdi size tam olarak anlatamadığım bu farkı birçok insana sordum. “Sayıklamalar”ı çok beğenen bazı arkadaşlarım “İslenmiş Aşka Mektupları” beğenmiyorlardı. “İslenmiş Aşka Mektuplar”ı beğenenler de “Sayıklamalar”ı acemice bulmuşlardı. Aynı duyguların farklı şekilde anlatımı aslında iki kitap da… İkisinde de kasabadan İstanbul’a gelmiş ve bir türlü İstanbul’un kalabalığına alışamayıp kasabasını özleyen bir genç var…

Öykü atölyeleri düzenliyor ve Öykü Atölyesi adı altında dersler veriyorsunuz. Öykü sizin için ne ifade ediyor? Anın öykücüsü değilsiniz genellikle…

Öykü yazmaktan da okumaktan da keyif aldığım bir tür. “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni bir kenara bırakırsak, “1001 Fıçı Bira” ve “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”ya roman yazmak için başlamamıştım. Öncelikle anlatacağım öyküler vardı ve o öyküler kontrolümden çıkıp roman olmayı seçtiler. Ben yazmaya biraz da böyle bakıyorum aslında. Yazma eyleminin sürprizlerine bırakıyorum kendimi. Öyküler hiç hesaplamadığım yerlere gidiyor, planlarımı yeniden yapmak zorunda kalıyorum ve bazen yazmayı düşündüğüm konunun kenarından bile geçmediğimi fark ediyorum.

Öykü Atölyeleri’ne gelirsek… Atölyelerde yaptığımız çalışmaların tamamı yoktan bir öykü var etmek üzerine ilerliyor. Aristoteles’in yol göstericiliğiyle estetiğe ve yazma sanatına giriş yapıyoruz; bir karakter yaratıp o karakterin hikayesini kaleme alıyoruz. Atölye sonunda yazmaya hevesli ama daha önce hiç öykü yazmayı denememiş birçok insanın bir öyküsü ve yeni öyküler yazmaya cesareti oluyor.

ferhat_uludere_

Geçmişle kıyaslandığında örgütlü bir edebiyat ortamından bahsedemeyeceğimizi söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Kırılmalar yaşamış ve birbirinden kopmuş bir edebiyat dünyası, gazete kitap eklerinin etkisi, yazar destekli yayıncılık… Buna çevremizdeki kesintisiz bilgi bombardımanını ve sosyal medyanın etkisini de eklediğimizde son dönemin edebiyat ortamını nasıl değerlendirirsiniz?

Geçmişte kaldı dediğimiz edebiyat ortamı, dergiler ve dönemin nitelikli yazarları tarafından geliştirilen, yaşayan ve büyüyen bir edebiyat ortamıydı. Bir öykü ya da bir şiir yayımlanmadan önce nitelikli birçok insanın elinden geçer, emek verilir ve değer kazanırdı. Ama şimdi durum aynı mı? Elbette değil.

Edebiyat dergilerinin reklam veren yayınevlerinin kitaplarını tanıttığı, kitap eklerinde kitapların okumadan değerlendirildiği, kendine “saygın” sıfatıyla dolaşan yazarların övüne övüne genç yazarları okumuyorum diye yazılar yazdığı, parayla kitap basan yayınevlerinin çoğaldığı bir ortamda edebiyattan bahsetmek ne yazık ki mümkün değil. Okurdan ziyade takipçinin değer kazandığı bir yerde edebiyatın ortamı da olmaz tabii. Edebiyat ortamı Türkiye’de sektör buluşması haline geldi artık.

Popüler kültürün hayatımızın her alanına yayıldığı günümüzde gerçek edebiyata ulaşmak da güçleşiyor. Bugün gerçek edebiyat nerede yaşıyor? Meraklı okur ona nasıl ulaşabilir?

Meraklı okurun nitelikli edebiyatı bulmak için benim yol göstericiliğime ihtiyacı olacağını sanmıyorum. O gerçekten meraklı ise edebiyatın saklandığı yeri şimdiye kadar çoktan bulmuş hatta bize de oradan el sallıyordur.

İki öykü kitabından sonra üç roman yayınladınız. Bundan sonra bize ne anlatacaksınız?

Başladığım ve bitiremediğim birtakım çalışmalarım var. İlk olarak onları tamamlamak istiyorum. Onların yanında bazen bittiğini bazen de eksik olduğunu düşündüğüm bir öykü dosyam var. Onunla ilgili bir karar verirsem onu yayımlamak isterim elbette. Ama daha karar vermiş değilim.

Masanın üzerinde bir sürü şey var aslında, hepsiyle de ilgileniyorum. Önce hangisi biterse o yayımlanacak. Acele etmemek en iyisi bazen…

Son olarak… İslenmiş Aşka Mektuplar’ı Nick Cave eşliğinde okumuştuk. Sayıklamalar’ın müziği nedir?

“1001 Fıçı Bira” için de Leonard Cohen diyebiliriz sanırım. Çünkü hep Leonard Cohen çalıyordu o yıllarda. “Sayıklamalar” için bence rock baladları uygun olacaktır. Testament; Return to Serenity, AC/DC; Ride On, Ozzy Osbourne; No More Tears, Savatage; Follow Me, Xentrix; No More Time, Death Angel; A Room with a View, Manowar; Master of the Winds ilk aklıma gelenler oldu…

ferhat_uludere_izmir_life

(Bu söyleşi İzmir Life Dergisi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.)