Mavi Eşekler’in Yolculuğu*

Hakan Bayhan’ın dördüncü çocuk kitabı Mavi Eşekler Adası,Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaplarında yolculuk temaları üzerinden ilerleyen yazar, farklılıklarımızın bizi zenginleştirdiğini, bunlara rağmen birlikte yaşayabileceğimizi anlatmaya devam ediyor. Hakan Bayhan ile foto muhabirliğinden yazarlığa uzanan serüvenini, çocuklar için yarattığı kahramanlarını, düzenlediği masal atölyelerini ve son kitabını konuştuk. 

Dördüncü kitabınızı yayımladınız.  Çocuklar için yazmaya nasıl başladınız?

Çocukluğum kalabalık bir aile ortamında geçti. Doğduğum coğrafyada kış çetin geçerdi. Kış geceleri biz çocuklar için eğlence demekti. O zamanlar sadece radyo vardı. Bir de yaşlı kadınların bize anlattığı masallar… Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan devler… Anlatırken aslında döktükleri gözyaşlarını kendileri için döken masal anlatıcı kadınlar… Böyle bir çocukluktan gelip gazeteciliğe foto muhabiri olarak başladım. Daha sonra yazı işlerinde, işin mutfağı tabir edilen yerde çalıştım. Ardından bulunduğum gazetelerde kültür sanat alanında çalıştım. Radikal Gazetesi’nin kitap ekinin görsel yönetmenliğini yaparken bir yandan da edebiyatı okumaktan öteye götürüp yazmaya, yazdıklarımı kenara atmaya, hikâyeler biriktirmeye başladım. Ancak gün yüzüne çıkarmayı hiç düşünmedim. Sonraları kızım dünyaya gelince bir kırılma yaşadım. Kızımla beraber gözlemlerim daha da arttı, farklılaştı diyebilirim. Gece o yatarken uydurduğum masallara verdiği tepkileri görünce diğer çocukların da bunları okuması gerektiğini düşündüm. Hatta o dönemde, bir roman üzerinde çalışıyordum. Ancak bir gün ani bir kararla romanı bilgisayardan silip çocuklara için yazmaya karar verdim.

Bu süreçte çocuklar tarafından en çok sevilen kahramanınız hangisi oldu? Neden?

Nedeni aslında çok basit, çocuklar genellikle kendilerine değen, bağ kurabildikleri, özdeşleşebildikleri kahramanları daha çok seviyorlar. Kendilerini o kahramanın yerine koyup masalın içine giriyorlar ve bu andan itibaren onlar için asıl macera başlıyor. Küçük Salyangoz Pişinga masalında en çok Pişinga karakterini sevdiler. Uçmaya, gezmeye, yeni yerler görmeye meraklı Pişinga’da kendi özlem ve isteklerini buldular galiba. Bir de ilk iki kitaptaki Kerem var. Onu da pek sevdiler. Kerem gibi maceraya atılmak, olmayanı oldurmak, sırt çantasını alıp yola çıkmak çocuklar için önemli bir duygu olsa gerek.

Mavi Eşekler Adası’nda özgür, adil, mutlu bir toplum umudu var. Farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabileceğimiz düşüncesi…  Mavi Eşekler Adası fikri nasıl doğdu ve gelişti?

Evet farklıyız… Sen de, ben de farklıyız. Ancak bundan korkmamalıyız. Öte yandan kutuplaşmanın, ötekileştirmenin ve nefret söyleminin tavan yaptığı bu süreçte, çocukların bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yolda, sokakta, okulda, TV’lerde ve hayatın her alanında neredeyse hep bu ayrıştırıcı, ötekileştirici dile maruz kalıyorlar, kalıyoruz. Sevmekten korkmamalarını; sevginin, paylaşmanın bizleri çoğaltacağını, özgür olurlarsa kendileri olacaklarını, adil olurlarsa mutlu, huzurlu olacaklarını sadece Mavi Eşekler Adası’nda değil, yazdığım tüm masallarda göstermek istiyorum. Farklılığımıza rağmen birlikte yaşamanın zenginlik olduğu, farklı renklerin, dillerin ve dinlerin hayat devam ettiği sürece hep var olacağı gerçeğinden yola çıkıyorum.

Yolculuk teması her kitabınızda var. Bu zemini seçmenizin özellikli sebebi nedir?

Çok klasik olacak belki ama hayat bir yolculuk değil mi? Çocukluğumda yolculuklardan hep korkardım. Bu korku kaybetmek korkusuydu galiba. Var olanı elinden yitirme, kayıp gitmesi korkusu. Büyüdükçe yolculuğun kaybetmek değil, aksine bulmak, keşfetmek olduğunu idrak edince keyif almaya başladım. Bir anlamda çocukluğumdaki kendim ile yüzleştim. Gitmek, gidip görmek, kendinden farklı olan ile karşılaşmak onu tanımak sevmek. Zorluklarla mücadele etmek, birey olmak, kendi başına karar vermek. Bunlar hele ki çocuklara daha ilginç geliyor.

Yeni nesil neler okuyor?

Teknolojinin erişilebilir olmasıyla beraber internet hayatın her alanına girdi. Çocuklar iyiyi kötüyü seçiyorlar. Hoşlanmadığı şeyi, kendine değmeyen kitabı okumuyor mesela. Neden Harry Potter rağbet görüyor? Çünkü içinde bilim var, gizem var, aksiyon var ve daha pek çok bileşen var. İçinde kendilerine ilginç gelen, sıcak hikâyesinde kendilerini buldukları her kitaba ilgi gösteriyorlar diye düşünüyorum.

Biz yetişkinlerin çocuklardan öğrenmesi gereken şeyler nedir?

Çocuklar biz yetişkinlerden daha yalın, daha yalansız ve doğrular. Onlar neyin iyi, neyin kötü olduğunun farkındalar ve bunu da tüm saflıklarıyla ifade etmede bir sakınca görmüyorlar. Çocuk deyip geçmemeli, “Anlamazlar” dememeliyiz. Onların algılama kapasiteleri biz yetişkinlerin çok üzerinde. O yüzden hangi yaştalarsa ona göre davranmanın doğruluğuna inanıyorum. Bir de bir laf vardır: Çocuğun seviyesine inmek. Bu bana çok itici geliyor. Ne seviyesi? Onların algıları bizden bin kat daha açık ve berrak. Duygu dünyaları, düşünme biçimleri ve hayalleri farklı. Yetişkinlerin göremediği birçok ayrıntıyı onlar ilk bakışta görüyorlar. Ben de elimden geldiğince dinlemekten ve onları yargılamadan onlardan bir şey öğrenebilir miyim diye gözlemliyorum.

Yaptığınız masal atölyelerinden bahsedelim biraz da…

Çocuklarla bir şey yapmak, onlarla vakit geçirmek benim açımdan hele hele ki yolun daha başında olan bir yazar olarak çok kıymetli bir durum. Çocuklarla masal atölyesi yapıyorum. Siz de yazar olabilirsiniz diye. Önce çocuklar kendilerini tanıtıyorlar. Bu, çocukların birbirini tanımalarına vesile oluyor. Nelerden hoşlanırlar, neler ilgilerini çeker, bunları anlatıyorlar. Daha sonra onlara bir önerme veriyorum. Ve çocuklar kendi masallarını yazıyorlar. Daha sonra her çocuk kendi yazdığı masalı sırasıyla okuyor. Öyle güçlü, öyle sıkı masallar çıkıyor ki. İşte o zaman umudum yeniden yeşeriyor. Evet, diyorum kendi kendime, geliyorlar. Geleceğin yazarları olarak geliyorlar!

Mavi Eşekler Adası’ndan sonra sırada ne var?

Şu sıralar iki çalışma içerisindeyim. İlki 4-6 yaş okul öncesi çocukların ilgisini çekebilecek bir üçleme masal. Arkadaşı olmayan küçük bir kız çocuğu ile bulutun hikâyesi… Diğeri de Osman Hamdi Bey ile ilgili bir masal. Ressam, müzeci, arkeolog ve sanat eğitmeni Osman Hamdi Bey’in tarihimizde önemli bir figür olduğunu düşünüyorum. Sadece Kaplumbağa Terbiyecisi eseriyle tanınıyor. Daha birçok eseri var. Hayatını arkeolojiye, sanata adamış bir insanın çocuklar tarafından bilinmesini istiyorum.

* 21 Haziran 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Bir Oyun, Bir Kasaba; Pek Çok Hikâye, Pek Çok Yara*

Uzun bir aradan sonra yayımladığı yeni romanı Son 11’de Ferhat Uludere hikâyesini küme düşmüş bir takımın son maçına çıkacağı soyunma odasından kuruyor. Tüm yaşanmışlıklar, tüm başarılar ve tüm hatalarla gelinen bu son ve hatta skorun etkilemeyeceği sonuç, oyunu durdurmuyor. Taraftarın öfkesi Capsalgine kokulu odanın gerginliğini git gide arttırırken soyunma odasından çıkan hikâyeler bizi bir kasabanın yaşantısından insanlık hallerimize, hayal kırıklıklarımıza, aşklara, babasız büyümüş bir çocuğun yaşadıklarına, saflığın ve masumiyetin kötülük ve çıkarcı niyetlerle kirletilmeye çalışıldığı zamanlara götürüyor. Kasabanın sarhoşluğuysa tabii ki devam ediyor.

Ferhat Uludere’nin anlattığı öyküler hayal kırıklığı ve hüznü tattırdığı kadar kasaba insanlarının saflığıyla yüreğimize dokunup ince esprileriyle yüzümüzü gülümsetirken Trakya kasabalarından ve futbol penceresinden bir bakışla önemli bir döneme tanıklık ediyor.

Ferhat Uludere ile Doğan Kitap’tan yayımlanan son romanı Son 11’i, futbolu, edebiyatı, doksanları ve hayatı konuştuk.

Metalaşmış, metalaştırılmış bir futbol izliyoruz. Belki de bir bölümümüz futbola tutkuyla bağlıyken bir bölümümüzün futbolu topun peşinden koşan 22 adam olarak görmesi bundan… Romanınızda futbolu metalaşmaktan çıkarıp onun ruhuna indiğinizi görüyoruz. Futbol sizin için ne ifade ediyor?

Kitapta da belirttiğim ve herkesin bildiği üzere futbol hiçbir zaman masum bir oyun olmadı. Bu kadar ilgi gören ve insanları bir araya toplayan herhangi bir olgunun manipüle edilmemesi elbette olanaksız.

Futbol benim için bir çocukluk hastalığı, insanları bir araya getiren, içinde insana dair birçok hikâye barındıran bir oyun, hatta kitapta da dediğim gibi “güçsüzün güçlüyü yenebildiği tek oyun”.

Yazınımızın futboldan beslendiğini söylemek pek mümkün değil.

“Son 11”i bir futbol romanı olarak düşünürsek tüm kitaba haksızlık yapmış olabiliriz. Futbol kitabın birleştirici unsuru… Tıpkı hayatta da olduğu gibi… Anlattığım insanları bir araya getiren meşin yuvarlak, ama ben o topun kaleye girmesini değil, o topun etrafında bir kasabanın öyküsünü anlatıyorum. Her yaştan ve her sınıftan karakterlerle yapıyorum bunu. Asıl beslendiğim yer ise kasaba, kasabalılık, kasabayı terk etmek ve edememek gibi duygular.

Futbolu veya futbolun unsurlarını konu edinen veya kullanan eserler oldukça az. Bu kadar görünür bir olguya bu kadar mesafeli durulmasının sebebi sizce nedir?

Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. Doksanların başında futbol ile ilgilenmek ve futbol hakkında konuşmak lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Edebiyat ve sanattan zevk alıyorsan futboldan hazzetmemen gerekiyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Hakkında çok az insan yazıp çiziyor ve çok az insan alenen futbol sevdiğini söylüyordu. Bu da eli kalem tutan insanları futboldan uzaklaştırdı.

Bu süreç ne zaman değişti?

2002 yılında… Güney Kore ve Japonya’nın düzenlediği 2002 Dünya Kupası bir milat oldu bizim için. Kupaya Türkiye’nin katılması ve üçüncü olmasıyla birlikte futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta hatta toplanıp maçlara gittiğini gizlemez oldu. Yayınevleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadı. Futbol dizileri oluşturuldu, çeviriler hızlandı ve futbol entelektüel bir hadise haline geldi. Edebiyat ve futbol ilişkisi ise hala çok kuvvetli değil. Çok az örnek var ne yazık ki…

Son 11 doksanlara dair bir dönem romanı aynı zamanda. Daha çok pop müziğin patladığı dönem olarak anılır doksanlar. Bir yandan da heavy metalin ülkede filizlendiği dönem olduğunu söylemek mümkün. Yazdıklarınızda müziği duymaya alışkın okurlarınız için neredeyse müzikten arındırılmış bir tablo sunuyorsunuz bu kez.

Doksanlar benim için hızar gürültüsü sertliğinde bir heavy metaldir. Ama Tazı Vedat’ın İstanbul yolculuğu dışında müziği kitabın hiçbir alanında kullanmadım. Çünkü kasabayı müzik ya da bir müzik grubu etrafında değil, futbol ekseninde bir araya getiriyordum ve müzikten ziyade tezahürat kullanmak istedim. Ama önceki kitaplarımda Nick Cave’den Cohen’e, AC/DC’den Slayer’a kadar birçok müzisyenin sayfalar arasına sıkıştığını görmek mümkün.

Git gide yalnızlaştığımız dünyada ‘bir şeyin’ taraftarı olmak bir nevi yaşama tutunma sebebi. Yaşattığı topluluk deneyimi ile bir aidiyeti ve kendi kültürünü yaratıyor. Taraftar ve taraf olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsan “taraf” olmadan var olamıyor. Hangi yılda yaşarsa yaşasın bir gruba, topluluğa, bir kente ya da kasabaya aidiyet hissetmek zorunda. 12 Eylül sonrası bu taraf olma duygusu, sistemli bir şekilde manipüle edildi. Turgut Özal futbolla önemli yatırımlar yaptı ve taraf olma ihtiyacını karşılamak için taraftarlar yarattı. Önceki yıllardaki politik kuşaklar içine kapanırken gençler futbol takımlarının etrafında bir araya gelmeme başladı. Ve elbette daha kolay kontrol altında tutulan kişiler oldular. Hâlâ da öyledir. Tabii birkaç istisna yok değil.

Romanınızda “baba” figürleri değişiyor. Güven veren babalar, başaramamış babalar, olmayan babalar… Baba ve oğul ilişkisi üzerine sık sık düşünüyoruz romanda. Bir erkeğin hayatında babanın rolü nedir ve ne olmalıdır sizce?

Bir baba gözetiminde büyümedim. Babamı erken yaşta kaybetmiş değilim, ama babam ölmeden bir sene öncesine kadar bir baba oğul ilişkimiz yoktu. Ben doğdum babam Almanya’daydı. Babam ev almıştı, annem tek başına taşınmak zorunda kaldı o eve, ben anneme sık sık adresi babama verip vermediğini soruyordum. Gelirse bizi bulamaz diye korkuyordum. Ben büyürken babam 1001 Fıçı Bira’ydı. Ben uyurken gelir, uyanmadan da birahaneye giderdi. Lise ve üniversite çağında farklı çatışmalar yaşadık. Tam ortak zevklerimiz konuşacak konularımız olmaya başladı babam kalbine yenik düştü. Sizin sorunuzun cevabını ben de kitap boyunca aradım. Bir erkeğin hayatında babanın yerini gerçekten bilmiyorum. Kitapta Sami’nin dediği gibi babalar hata yapacak çocuklar da o hataları düzeltecek.

Lüleburgazlısınız… Trakya insanını anlatırken anlatının içinde mizah ve ironinin olmayacağını düşünmek mümkün değil. Son 11’de de tüm hayal kırıklığı ve karanlığa rağmen sık sık gülümserken buluyoruz kendimizi. Popüler kültürün dayattığı “Trakyalı” imajından uzak; bir dil ve bir bakış açısı, bir yaşayış tarzı var. Edebiyatımızda bu yerel unsurlara ne kadar sahip çıktığımızı düşünüyorsunuz?

Popüler kültürün yarattığı tüm Trakyalı karakterler karikatür olmaktan öteye geçmiyor. Gerçek Trakyalının edebiyat, sinema ve tiyatroda yeterince temsili yok. Bu olmayınca da ortaya “Karadenizli Temel” gibi aslı astarı olmayan mizahi tipler çıkıyor. Halbuki her zaman söylüyorum yine söyleyeyim. Trakyalı yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, oyuncular ve müzisyenler olarak bir araya gelip bu temsil meselesi üzerine ciddi ölçüde kafa yormalıyız. Eğer bunu biz yapmazsak yakın zamanda gösterime giren Oflu Hoca gibi fıkradan türemiş yapımlar ortak hafızamızda yeni bir Trakyalı algısı kazıyacak. Ve şimdi olduğu gibi bunları alkışlamaya devam edeceğiz.

Son 11’de doğrusal bir zaman kurgusu yok. Bir bulmacanın parçalarını tamamlar gibi ana hikâyeye ulaşıyoruz. Bunu tercih etmiş olmanız edebiyata da bir oyun gözüyle bakmanız olarak yorumlanabilir mi?

Futbolun bir oyun olduğu kadar edebiyat da bir oyundur. Yalnız başına başlar ve bittikten sonra taraftara ulaşır. Son 11’de farklı bir zaman kurgusu düşündüm. Kitap başladıktan 10 dakika sonra bitecekti ve öylede oldu. Kitap soyunma odasında sahaya çıkmak için yapılan hazırlıkla başlıyor ve takımın sahaya çıkmasıyla bitiyor. Ama bu 10 dakikaya kasabanın neredeyse 30 yıllık bir zamanını sığdırmaya çalıştım. Normal bir zaman akışında hikâyenin heyecanı ve aksiyonu şimdiki zamanda gerçekleşir, ben şimdiki zamanı kısa tutarak hikâyenin tamamı da geçmiş zamana taşımak istedim. Alışılagelmiş kurguları bozmak hoşuma gidiyor. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde de benzer çalışmalar yapmıştım.

Son olarak, romanınızı –konuştuğumuz önyargılar doğrultusunda- sadece bir “futbol takımının hikâyesi” olarak tanımlamanın son derece yetersiz kalacağını düşünmekteyim.  Bir yandan da Son 11 ile birlikte futbola uzak birçok kişinin futbola bakışının değişeceğini, birtakım önyargıların kırılacağını söylemek sanırım yanlış bir tahmin olmaz. Son 11’in sizin edebiyat yolculuğunuzda sizin için nerede durduğunu öğrenebilir miyiz?

Son 11 bugünkü berbat futbol iklimimiz içinde futbolun gerçekten ne olduğunu insanlara hatırlatırsa çok mutlu olurum. Belki insanların futbola bakışı değişir sahadakinin savaş değil oyun olduğuna kani olurlar.

* 19 Nisan 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

 

Bulut Omak Vardı Dünyada, Güneşi Gezmek*

“yalnız çocuk kitapları okumak, / çocuklar gibi düşünmek, / büyümüş olan her şeyi kovmak, / derin acıdan silkinip kurtulmak. / ölesiye bıktım yaşamaktan, / bir şey beklemiyorum ondan, / ama seviyorum çıplak toprağı, / ondan başkasını tanımadığımdan.” – Osip Mandelstam

Gökyüzüne ayaklarından asılı, oturma yeri bembeyaz bir bulut olan kırmızı sandalyeye misafir olmuş; durduğu yerden kafasını kaldırıp gözlerini buluta dikmiş bir salyangoz kitabın kapağında beni bekliyor. Bir tuhaflık var gökyüzünde. İki ton mavi birbirinden net bir çizgiyle ayrılmış; ufuk çizgisi desen değil, renk geçişi desen değil…  Arkasını çeviriyorum kitabın: “Ve birden bulut, bir kurşun külçesi rengini ve ağırlığını aldı düşüp kaldı ahırın ortasına boğuk bir sesle. Adamcağız ahırın ortasında bulutun ve oğlunun arasında kalakaldı. Açtı ahırın kapısını boğulmamak için, ayın ışığı aralık kapıdan sokuldu içeri. Çocuk ancak görmüş geçirmiş bir adamda görülebilecek bir vakarla çıktı ahırdan. İçeriden bir urgan aldı, yerde yatan bulutun ölüsünü hayvan pisliklerini temizlemek için yapılan kanaldan sürüyüp çıkardı evin önüne.”

Belli ki bulutlar, sandalyeler ve salyangozlar kahramanlaşacak kitapta. Kapağa tersten baktığımda sandalye mavi zeminli mavi duvarlı bir odada duruyor sanki. Gökyüzünü ayıran çizginin tabanla duvarı ayıran çizgi olduğu anlaşılıyor şimdi. Bulut sandalyenin oturma yerinde hâlâ; belli ki gerçekle düş karışacak bu kitapta…

Salyangozlar, Sandalyeler, Bulutlar; 2012 yılında Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü alan Deniz Karanfil’in şiirsel bir dille kaleme aldığı bir ilk öykü kitabı… Kitap geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın içindeki on dört öykü kısa olduğu kadar yoğun.

Başlangıcını yazımın başına aldığım, Osip Mandelstam’ın şiirinden bir alıntıyla başlıyor kitap.

“… çok uzak bir bahçede sallandım

tahtadan bir salıncakla,

hâlâ hatırlıyorum ılık bir sis içinden

o yüksek, kara ağaçları.”

Çocukluğun salıncağından…

Böylece daha ilk sayfadan çocukluğun salıncağından bakmaya başlıyoruz dünyaya. Bu başlangıç çocuklarla, çocuklukta bir yolculuğa hazırlıyor okuru. Çocuk gibi düşünmek, hayal kurmak, düşleyebilmek öykülerdeki kahramanların en çok yapmak istediği şey belki de. Ancak her şey o kadar kolay değil, hayaller çocukluğa sıkışmış, yetişkinlerin dünyasına taşınamamış.

Büyümüşlerin evreninde hayallere yer olmadığı için onlar ya saf çocuk geçmişlerine özlem duyuyorlar ya da özlem hissetmeyecek kadar onu unutmuşlar. Öyle ki hayata anlam yükleme çabasında sınıfta kalanlar var. “Öğrendim, hiç kaybetmezmiş anlamsızlık.”

Yalnızlık derin…

Öykülere derin bir yalnızlık duygusu hâkim. Kimi zaman bir köyün kimi zaman bir kasabanın kimi zaman da bir şehrin yalnız, köşede kalmış, kenara itilmiş insanları bu öykülerin kahramanları… Hayal güçlerini bastırdıkça sıradan, mutsuz, ailesine ve çevresine yabancı, öç alan, mutlu olmayı beceremeyen insanlara dönüşmüşler. Kimi zaman kaçmayı kimi zaman unutmayı kimi zaman yalnızlıklarını başka yüreklerle başka bedenlerde yatıştırmayı seçiyorlar. Şaşırmıyorlar, aldırmıyorlar, yaşamıyorlar, yaşayamıyorlar.

Kalabalık yalnızlıklar, kalabalığın içindeki yalnızlık…

Salyangozlar, sandalyeler ve bulutlar da yalnız bu kitapta. Yazarın yalnızlık tariflerinden biri “Gece Gece”öyküsünde:

“Dört direkle yükseltilmiş üzeri taze ağaç dalları, etrafı çullarla sarılmış bir barakanın ortasında çırılçıplak insanlar buldu. Neşeli, sarhoş ve şehvetliydiler. Birbirlerinin gövdesinde kıvrılışlarını, kaybolup dönüşlerini izledi. İçeri girdi bir köşeye geçip oturdu. Ne bir davet ne bir selam vardı, kalkıp çıkarmaya başladı üzerindekileri. Çırılçıplak olduğunda herkesi giyinmiş toparlanır buldu. Sonra teker teker çekip gittiler.”

Ölümün gerçekliği…

Ölüm öykülerde sık sık karşımıza çıkıyor. Cenazede, mezarda, ölmeden önce bırakılan bir mektupta ölüm ve yaşam ortaya konuluyor. Bu, insanın kendisiyle yüzleşme şansıyken görmezlikten gelinip bir kaçış da olabiliyor.

Çocuklara bahşedilen düşler…

Düşler çocuklara bahşedilir.

“Bulut olmak vardı dünyada; güneşi gezmek.”

Yetişkin olup düşlerde olmak pek de iyi karşılanmaz. Ancak çocuk için de yetişkin için de hayal gücü önemlidir; insanda nüvesini hissettirir. Bu nedenle “zamanın uçtuğu zamanlar”ı var kahramanların…

Salyangozlar, Sandalyeler, Bulutlar çocuk düşlerin umudunu taşımaktan ziyade, özgürlüğümüze, hayallerimize, kendimiz olmaya, içimize dönüp çoğalmaya dair büyük bir özlem barındırıyor içinde. Hayalleri yok sayanların, arzularını bastıranların, kendi kapanlarını yaratmışların dünyasında, özümüzü kaybetmemek için gereken gücü bulmamızı fısıldıyor bir yandan da…

SALYANGOZLAR, SANDALYELER, BULUTLAR

Deniz Karanfil

Can Yayınları, 2018

* 8 Şubat 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

El İncesi*

Karşılaşmalarla örülmüş yalnız bir yolculuktur hayat. Hikâyeler birbirine dokunup geçer, bazen birbirinde yaşar. İzler bırakırız birbirimizde. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmediğimiz yabancıların yakınlığını hissederiz içimizde. Çünkü kim olduğundansa birlikte konakladığımız duygulardır bizi birbirimize bağlayan.

Öğrenilmiş tanışıklıklardan uzak, yüreğe dokunan aynılıklarla hatırlarız birbirimizi. İçinde olduğumuz yolculuk, algılayabildiğimiz zamanlar ötesine yayılmış. Bizler o zamanın misafiriyiz sadece. Geliyoruz; az çok duruyoruz, onunla birlikte akıyoruz, gidiyoruz. Yerimizi yenilere bırakıyoruz.

Bu çoklu görünen yalnız varoluşta, var olmak için seçmediğimiz aidiyetlerin güvenli kuytusuna sığınıyoruz çokça. Oysa yolda ilerledikçe hayat, en iyi varoluşun kendine ve insana sığınarak gerçekleştiğini gösteriyor bize. Ve bu sığınak en çok yolculuklarda ortaya çıkarıyor kendini;seni sarıyor, sarmalıyor, kendinle baş başa bırakıyor…

O gitme hali… Bir kere bu hazzı duyan hangi insan vazgeçebilir gitmekten, yol almaktan? Varmanın değil yol almanın güzelliğidir insanı değiştiren ve dönüştüren… Arkada bıraktığın kimi zaman bir hikâye, bir şehir, kimi zaman bir yabancı, bir aşk… Arkada bıraktıkların geçmişindedir;ancak zaman denizinden bir damla karışmıştır ömrüne… Ne sen eski sen olabilirsin ne de bıraktıkların eskisi gibi…Önünü alamadığın değişim, yalnızlığında yakalar seni.

O, yolda olma hali… Gitmek belki de; sırtını döndüklerin, kucağını açarak göğüslediklerinle, yazdığın ve dokunduğun hikâyelerle sancıya sancıya büyümek demek… Bağlarını koparmak ve yeni bir hayat kurmak…

Yoksa özgürlük müdür gitmek? Gidebilmek? Bazen özgürlük gibi gelse de kulağa, bir mahkumiyet de sayılabilir baktığın yerden. Zaten yaşanan tek bir hakikat olsa da herkes kendi gerçeğini anlatır. O nedenle haklı da haksız da zaman zaman anlamını yitirir yarattığımız, öğrendiğimiz, varoluşumuzu hissedemediğimiz yaşantılarımızda… Belki ait olmamanın özgürlüğü belki aynı gemide olmanın bilinci, farklılıklarımızı eşitler doğanın ve ölümün karşısında…

Hayat fırtınalar yaşatır.

“Zamanın direğine tutunursun, aşkın, özleyişlerin ve arayışların duvarlarına yaslanır, düşmemeye çalışırsın. Ancak, teknenin bir fındık kabuğu gibi denizin yüzeyinde çırpınan, yol almaya çalışırken sürekli bir yana düşen yalpasında, ayakta durmaya çalışır ve bunun için bir sabite ihtiyaç duyarsın. Düşüncelerin, duyguların ne yana yatarsa yatsın, bedenin bu kaygan zeminde yaslanacak bir yer arar sürekli. Teknenin yanında hep küçük kalan o pervane, haddinden büyük suları iterken, hayatın neresinde olduğunu ve koca okyanuslarda, o sonsuz gibi görünen denizlerde ilerlemenin ne kadar küçük bir adım olduğunu gösterir sürekli. Fakat yine de yol alıyor olmak, bu yolu haritada görebilmek, dışarıdaki rüzgârlara, fırtınalara, fırtınalardan sana ulaşan ölü dalgalara, içine düştüğün her yalpayla dengeni bozan sallantılara rağmen, zor da olsa akışın sürdüğünü bilmek, içindeki bir parça umudu da hep ayakta tutar.”

Fırtınalar yaşanır; tehlikelidir, korkutur… Macellan fısıldar kulağımıza “…bu engeller kıyıda kalmak için yeterli değildir” diye… Ve özümüz bilir, “…bütün fırtınalar yüzeye zarar verse de derinden bir şeyler hep yaşama dursun diyedir aslında.”

***

Sitem Ateş, Chiviyazıları Yayınevi’nden çıkan ilk romanı El İncesi’nde hayatın hikayesini denizin enginliğinden topladığı duygu ve olaylarla ince ince işliyor satır aralarına. Zamanı uzatan cümleleriyle uzun bir yolculuk hissine büründürüyor okuru. Başı sonu belli olmadan akan bu zamanın yolcusu insanları, bizi anlatıyor. Ait olmak, olamamak, olmamak arasında; ne zaman, hangi hikâyede yeniden buluşacağımızı bilmediğimiz; bazen yaşamak istesek de yaşayamadığımız başka bir hikâyenin sürgünü olduğumuz hayatlarımızı konu ediyor…

Yola çıkmamak mı? Asla!

Tüm korkularına rağmen gitmek, gidebilmek belki de o yolculuğu hayat yapan…

El İncesi’nden sonra, aynı gemide olmak ve fırtına kopması artık daha anlamlı… Ve denizlerden gelen hikâyelerin el incesiyle birbirine bağlanması, o görünmez bağı hayatlarımızın…

* 8 Şubat 2018 tarihinde http://www.milliyetsanat.com/vitrindekiler/kitap/el-incesi/3875 adresinde yayımlanmıştır.

Kitap ile Sohbet İzmir’de…

Geçtiğimiz hafta İstanbul’daydım. Yasemin Sungur’un kurguladığı Kitap ile Sohbet grubunu uzun bir süredir, uzaktan takip ediyorum.

Kitap ile Sohbet, İstanbul’da 10. sezonunda ve bu yıl sevgili Yasemin Sungur ile İzmir için planlarımızı yaptık ve nihayet 5 Ekim’de Kitap ile Sohbet İzmir’e geliyor. Böylelikle Martı Kitap Kulübü’nün ülke çapında büyümesi için ilk adım atılıyor. Dahası, bunu izleyen dönemde Ankara’da ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde de sıklıkla Kitap ile Sohbet gruplarına rastlamak mümkün olacak.

Kitap ile Sohbet İzmir lideri olarak bu çalışmayı İzmir’de yürütecek olmaktan keyif duyuyorum.

 

 

Rahatsız Edici Bir Öykü*

Hikâyelerin anlatılması ve sonrakilere aktarılması önemlidir. Ancak insan geçmişe dönüp baktığında güzel olan şeyleri hatırlamaya daha çok eğilim gösterir. Acıların izini üstünde taşısa da yok saymayı bazen de olan biteni bilinçaltının derinliklerine itmeyi tercih eder. İşte böyle zamanlarda edebiyat imdada yetişir ve yazarının kurduğu dünyada, iyiyi ve kötüyü harmanlayarak bizlere anlatır. Anlatılanların gerçek olmasına gerek yoktur, ancak gerçekmiş gibi bir etki bekleriz okuduğumuzdan.

Margaret Atwood, Doğan Kitap’tan yeniden basılan Damızlık Kızın Öyküsü’nde bizleri tam da böyle bir gerçeklik etkisiyle yarattığı karanlık bir dünyaya götürüyor. Bu dünya en kısa tanımıyla rahatsız edici… Rahatsız Edenin Gerçekliği

Margaret Atwood, The New York Times’ta yayımlanan makalesinde kitabın yazım aşamasındaki kendi gerçeklik arayışından bahsetmiş. Tarihte yaşanmamış herhangi bir olaya ya da keşfedilmemiş herhangi bir teknolojiye yer vermeme kuralını kendine koymuş ve tarihin farklı zamanlardaki tanıklıklarını birleştirerek Gilead rejimini ortaya çıkarmış.

Görev ve Kuralların Dünyası

Yazar, yaşanan savaşta komutanların yönetimi ele geçirmesiyle birlikte akşamdan sabaha artık İncil kurallarına göre yönetilen bir ülke ile karşı karşıya bırakıyor bizi. Öyle ki, sınıflara ayrılmış toplumda kadınların hesaplarına, çocuklarına ve hayatlarına el koyuluyor; doğurganlık çağında olanlar nüfusta çevre koşullarına bağlı oluşan azalmanın önüne geçmek için, çocuk doğurmaları amacıyla komutanlara tahsis ediliyor. Sınırlar içinde verilen seçme hakları, ölümler arasından ölüm beğenmenin bir başka söyleme şekli sanki. Bu seçme hakkının zaman zaman özgür hissettirmesiyse bir şeyin yokluğunda ortaya çıkan en ufak bir varlık belirtisinin baştan çıkarıcı olmasının bir göstergesi… Görevler ve kurallarla belirlenmiş bu dünyada, güç ellerindeymiş gibi görünse de erkeklerin durumu da pek parlak değil. Nihayetinde duygu ve hazları yasaklanmış bir dünyada kadın veya erkek olmak değil; insan olmak, insan kalmak zor.

Sıra Dışının Sıradanmış Gibi Anlatımı

Kahramanımızın adı Fredinki… Aitlik anlamındaki –ki ekiyle oluşturulmuş bir isim bu. Yani Fred’e ait olan… Bu, anlatılan dönem için oldukça sıradan bir durum.

“Sıradan olan, … , alıştığınız şeydir. Bu size şimdi sıradan görünmeyebilir, ama bir süre sonra sıradan görünecektir, sıradan olacaktır.”

Fredinki, gerçek adını öğrenemesek de June olduğunu düşündüğümüz kahramanımız, bize tam da bu sıradanlığın kabul edilişini gösterir şekilde anlatıyor hikâyesini. Olanı olduğu gibi, bir kamera edasıyla aktarıyor. İletişimin son derece kısıtlandığı bir durumda, nesnelerle kurduğu ilişkiyi, duygularını, düşlerini ve geçmişini bir filmin sahnelerini takip eder gibi okuyoruz. İşin içine “Sevgili Sen” diyerek okuru kattığındaysa anlatılan bu hikâyenin, tüm çaresizliklerine rağmen umuda da bir yolculuk olduğunu anlıyoruz.

Başka Bir Yaşama Dair Anılar

June, söz konusu rejimin öncesine ve sonrasına tanıklık etmiş bir kadın. Bu açıdan bakıldığında yeni gelen nesle göre durumu farklı, değişikliklere alışması daha zor. Ondan sonrakiler için işin daha kolay olacağını görüyor, ancak bunu belirtirken sunduğu gerekçe bir hançer gibi, “Çünkü anıları olmayacak, başka bir yaşama dair.”

Bu vardığı noktada kendi geçmişiyle de hesaplaşmalar yaşayan June, gerçekleşenlerin nasıl olabilir hale geldiğine de bir kapı aralıyor.

“Çok kısa sürmüş fikrimizi değiştirmemiz, bu tür şeyler hakkında.”

Üstopya

Margaret Atwood, yazdıklarını ütopya ve distopyanın iç içe geçmesinden yola çıkarak oluşturduğu “üstopya” kavramıyla tanımlıyor. Oluşturduğu tüm bu karanlık ortamda, bu bilgilerin bize nasıl ulaştığı sorusu bile okuyucuya bir umut kapısı aralıyor aslında. Kitabın içine yerleştirdiği, anlamı okudukça çözülen bir cümle, anlatının sonu ve kitabın sonu ise o umuda verilen anahtarlar niteliğinde.

Geçmişi anlatırken iyileri anlatmayı istemek gibi geleceği düşlerken de iyiden yana hayallerimiz. Umalım ki tarihin sahnesinden satırlara dökülmüş olanlar sadece bir öykü olarak kalsın, sadece bir öykü olarak zihinlerimize kazınsın. Çünkü; “sadece bir öyküyse, daha az korkutucu olur.”

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ
Margaret Atwood
Çev. Sevinç Altınçekiç – Özcan Kabakçıoğlu
Doğan Kitap, 2017

* Bu yazı 21 Temmuz 2017 tarihinde BirGün Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Gitmek, Dönmek, Kalmak Arasında*

İlk kitaplar yazarı için de okuru için de bir heyecan barındırır kendinde. Yazar yazın serüveninde yeni bir yola girmiştir artık. Bu bir öykü dosyasıysa, o güne kadar parça parça yazılmış öyküler toplanmış, onlardan bir bütün elde edilmiştir. Dilin yolculuğu okurun gözlerinin önüne serilmiştir. Okur yeni bir yazarla tanışmak üzeredir. O güne kadar belki azar azar okumuştur edebiyat dergilerinde yazarın kaleminden öyküleri. Ancak eline aldığı kitap yazarın dünyasının anahtarı gibidir. Bugüne kadar etrafında dolaştığı dünya şimdi sayfaların arasından süzülerek anlaşılmak için karşısındadır.

Onur Akbudak, öykülerini toplu kitap çalışmalarında ve çeşitli edebiyat dergilerinde okuduğumuz bir yazar. Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan Kasabada Yeni Bir Şey Yok ise onun ilk öykü kitabı. Kasabanın ve kasaba insanının durağan hayatını, yalnızlığını, sıkışmışlığını ve mutsuzluğunu anlattığı öykülerinde kasabanın sıkıntılı penceresinden doğaya, çocukluğa, arkadaşlıklara, çalışma hayatına ve çocukluğunun geçtiği 80’lerden günümüze bir perde aralıyor.

Yirmi öyküden oluşan kitapta önce kasabayı izliyoruz, yalnızlık bir göz gibi dolaşıyor kasabanın sokaklarında ve evlerinde. Onur Akbudak kitabın ilk öykülerinde insanın insanla kurduğu ilişkiden çok insanın doğayla, hayvanlarla, bitkilerle kurduğu ilişkileri ortaya çıkarıyor. Diğer yandan Tostçu Alparslan, Çiçekçi Hasan, Remzi Bey üzerinden kimliklerimizle şekillendirdiğimiz ilişkilerimizin insanda ve doğada eşitlenen haline bakıyoruz.

80’lerin başlarında doğan ve dönemin baskıcı ortamını gözlemleyen yazar, politik duruşunu, topluma karşı sorumluluğunu o günlerden bugünlere taşıyor, esnaftan öğretmenlere toplumun karşılaştığı sorunlara bir ayna tutuyor, “sahip olduğu toprağın değerini hepimizden çok bilen çiçekler”e güzellemeler yaparken onlarla insan insana bir arada yaşadığımız parkları da unutmuyor.

Öykülerde ilerledikçe yalnızlık yavaş yavaş insan içine karışıyor. Ne var ki ikili yalnızlıklar da sıkıntıyı hafifletmiyor. “Kasabanın yalnızlığına hala büyümeyerek karşı koymaya çalışan arkadaşlardan” söz ederken çocukluğun teklifsiz kalabalığına duyulan özlem büyüdükçe doğaya sığınıyor belki de.

Öyle ki Akbudak, süper kahramanların dünyasında Çim Adam’dan bir anti-kahraman yaratıyor ve aşkın peşine düşüyor. “…insan bulduğunu sandığı anda düşer asıl yanılgıya… Anladığını sandığında kapatırsın bilincini.”

Onur Akbudak’ın Oğuz Atay’a olan düşkünlüğünü biliyorum. Bir öyküsünde ustaya selam vermeden geçmemiş, Sadık Hidayet, Henry Miller, Dostoyevski, Çehov, Sait Faik, Nabokov, Borges, Gonçarov’u da satırlarına eklemiş.

Kasabada Yeni Bir Şey Yok, yalın diliyle kasabanın “zor ve içi boş” hayatında gitmek, dönmek ve kalmak arasında dolaşan öykülerden oluşuyor.

“Bu dünyada yaşamak istemiyordum. Yaşanacak başka bir gezegen bulsam, hiç düşünmeden, “Evet, ben de geliyorum!” derdim. Yoktu. Üstelik yetmezmiş gibi bir de bu kasabanın sokaklarında sıkışıp kalmıştım. Oturduğum dere kıyısından hareket edemeyecek kadar bitkindim, ait hissetmiyordum kendimi buraya. Cesaretsizdim ve korkağın tekiydim. Dünyanın ne ışıklar içindeki şehirleri ne de doğayla iç içe köyleri umurumdaydı. Sahi, ben neden bu kasabadaydım?”

Evet, kasabada pek bir şey değişmiyor; gitmek, kalmak ya da varmak, insan değişmediği sürece hiçbir şeyi dönüştürmüyor. Kim bilir belki de kitaba ismini veren öyküde dendiği gibi yolda olmaktır en iyisi…

Kasabada Yeni Bir Şey Yok / Onur Akbudak / Yitik Ülke Yayınları / 120 s.

*Bu yazı BirGün Kitap Eki‘nin Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.

Pati Öyküleri Yayımlandı…

Edebiyatist ve Haçiko Derneği iş birliğiyle geliri sokak hayvanlarına bağışlanacak bir sosyal sorumluluk projesi “Pati Öyküleri”, 3 – 11 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen Haydarpaşa Kitap Fuarında okuyucularla buluştu.

Seçkide emeği geçen değerli dostlar ile birlikte emek vermekten keyif aldım.

Aşağıda, seçkide emeği geçenleri bulabilirsiniz.

Leyla Tün
Kapak: Devrim Kunter
Alper KAYA
Ayşegül Kocabıçak
Barış Çağrı GENÇ
Beril Erbil
Berna Durmaz Mehmetoğlu
Caner Almaz
Caner Turan
Çağdaş Turan
Doğan ATEŞ
Emel ASLAN
Emrah Ateş
Fatma Burçak
Hakan Bıçakcı
Hasan Cüneyt Bozkurt
Hatice Dökmen
Lal HİTAY
Melek Ertan
Mert KOZACIOĞLU
Murat S. Dural
Nihan YILDIRIM
Önder GÖKSAL
Özge ÖZKAN
Ramazan ÇİNKO
Seher KOCAKAYA
Semrin Şahin
Serkan Murat Kırıkcı
Serpil KAYA
Sevda GEDİK
Suzan Bilgen Ozgun
Ülkü Burhan
Volkan Hacıoğlu

Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı – Günther Anders

Günther Anders’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı adlı kitabı hakkında Edebiyat Haber’de yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Çıkmaz Sokaktaki Çaresizin Duası

“Çağının olumsuzlukları üzerinde kafa yormuş Anders, iyimserliğe tepeden bakmasına, ilerlemeye ve umuda inancı olmamasına rağmen umutluymuşçasına devam etmeyi bilmiş. Gördüklerini yazmaktan ve ileri görüşlülüğü ile dünyayı uyarmaktan vazgeçmemiş.”