Denizden Saçılan Hikâyeler*

Ferhat Uludere’nin ilk baskısını 2010 yılında yapan Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba adlı romanı uzun bir aradan sonra Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Uludere’nin edebi dünyasına aşina olanlar onun dile verdiği öneme ve türler arasında geçişine yabancı değil; meselelerine de. İlk öykü kitaplarında kasaba ve şehir arasında kurduğu sıkışmış evren, ilk romanı 1001 Fıçı Bira’da kasabalı bir gencin hikâyesine, ikinci romanı Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da ise efsanelere ve kasabanın hikâyelerine evrilmişti. Ardından Don Quijote’nin Üçüncü Cildiile postmodern bir romanla karşımıza çıkmıştı Uludere ve edebiyat tarihinde iz bırakmış bazı roman kahramanları onunla yeniden dile gelmişti. Son romanı Son 11’de ise yine kasabaya dönmüş, küme düşmüş bir futbol takımının soyunma odasından kasabanın otuz yıllık tarihine, aşklarına ve ‘90’ların siyasi ve kültürel değişimine tanık etmişti okurunu.

Genelde erkek dünyasını anlatan yazarın en dişi kurguya sahip romanının Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba olduğunu söyleyebiliriz. Bir sahil kasabası, deniz, denizkızları, balıkçılar, metruk bir ev, evle birlikte kasabaya saçılan hikâyelerin karanlığına gömülmüş Feryat ve Hazan’ın aşkı ve sahil kasabalarının görünmeyen karanlık yüzü… Büyülü gerçekçi bir kasaba romanı.

Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’nın kitaplarının arasındaki yeri nedir senin için?

1001 Fıçı Bira’nın yayımlanmasının ardından yeni bir dil arayışına girmiştim. Daha olgun bir dile ve daha farklı kurguya ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. 1001 Fıçı Bira bir gencin ağzından kendi hikâyesini anlatıyordu ve doğal olarak çok gündelik ve genç bir dili vardı. Onu kırmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da. Bunun yanı sıra bir sahil kasabasına, denize ve denizkızlarına dair bir şeyler yazmak istiyordum. Asıl amacım bunları yapmak, büyük laflar etmeden kocaman şeyler söylemekti ve hepsini yaptığımı düşünüyorum. Günlük gazetede çalışırken ve gazetenin çıkardığı tüm eklerden sorumluyken kısa zamanlar ayırarak uzun sayılabilecek bir dilimde yazmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı, o anlamda da özel bir yeri vardır.

Bu kitabınla birlikte büyülü gerçekçi evrenlere açılıyoruz. Nedir büyülü gerçekçilik ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba bir öyküden nasıl böyle bir evrene evrildi?

Büyülü gerçekçilik okumayı sevdiğim bir tür aslında. Latin Amerika’nın şamanik köklerinden beslenen ve bu köklerden ortaya çıktığını düşündüğüm akımın Türkiye’nin anlatısına da çok uygun olduğunu düşünüyorum ama bizde yeteri kadar ilgi görmüyor. Gerçekçilik daha ağır basıyor bizde. Onu süslemeye ihtiyaç duymuyoruz. Büyülü gerçekçiliği özetlemek ya da anlatmak gerekirse, uzun zaman hem Kolombiya Milli Takımı’nın ve Pablo Escobar’ın kurduğu takımların kalesini korumuş Rene Higuita örneğini veriyorum. Büyülü gerçekçiliği anlamak isteyenlerin onun Akrep Kurtarışı’nı izlemelerini tavsiye ederim. Kaleye gelen topu elinle tutmak yerine takla atıp ayaklarınla kurtarmaktır Büyülü gerçekçilik.

Büyülü gerçekçiliği okumayı sevsem de, aslında bir türe takılıp hep o türde çalışmak istemiyorum. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yapısı ve konusu gereği bu akıma uygundu. Bu roman başka bir türde yazılamazdı. Ama hemen akabinde Don Quijote’nin Üçüncü Cildi adlı post-modern bir roman yazmıştım, oradaki hikâyenin de başka bir türde anlatılamayacağını düşünüyordum.

“Kasabayı anlatmak” lafını açmak lazım belki de. Çünkü edebiyatımızda çok roman ve öykü kasabada geçiyor, kasabalı karakterleri ele alıyor, edebiyat taşradan besleniyor. Bir de Trakyalı olup alkolle seyreltilmiş yaşamlar konunca önümüze, kimine göre hikâye “Trakya’nın meyhane ve sarhoşlarını anlatıyor”a dönebilir… Ama sen kasabada geçen hikâyelerden ziyade, farklı olarak, kasabayı bir karakter olarak koyuyorsun önümüze… Kasabanın bu anlatılası hali, kasaba nedir senin için?

Özellikle Son 11 ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba özelinde konuşursak, içlerinde baskın karakterler olmasına rağmen iki kitap da bir karakter romanı değil. İkisinin de merkezinde kasaba var. Birinde dünyanın uzağında duran bir sahil kasabası, diğerinde ise adıyla sanıyla Lüleburgaz… İki romanı da kasabayı anlatmak ve anlamak için yazdım. Asıl odaklandığım kısım biraz da kasabanın insana yaptığı fenalıklardı. Bu anlamda tek bir kişiyi anlatmak çözüm olmayacaktı ve sosyolojik bir anlatı kurup kasabayı merkeze koymam gerekiyordu. Çünkü kasabayı, ne kadar küçük olursa olsun tek bir kişi üzerinden, tek bir hikâye etrafında anlatamazsınız. Başka bir kurguya ihtiyacınız olacaktır.

Lüleburgaz bir sahil kasabası değil. Anlattığın diğer kasabalardan ziyade bir sahil kasabası var bu kitapta. Kitabın atmosferine katkısı büyük. Modern hayatın sığınılacak, romantik sahil kasabası değil, gizemi, hikâyeleri, kötülüğü, şiddeti içine hapseden, neredeyse efsunlu bir kasaba. Burada deniz de bir karakter resmen. Deniz bir kasabayı nasıl etkiler?

Ben gri bir sanayi kasabasında büyüdüm. Çocukluğum orada geçti, ilk gençliğim de öyle… Ve o griliğin içinde rengi özlerdik. Hiç renk yoktu kasabada sanki; hayat ezberlenmiş çaresizlikler ekseninde ilerliyordu. Kimsenin hayali de yoktu; herkesin işi belliydi, bir fabrikaya girmek… Sadece o fabrikadaki iş kollarımızı seçmek için eğitim alıyorduk. Böyle bir coğrafyada denizi özlüyor ve oturduğumuz çay bahçesinin önünde otoyolun değil de denizin olduğunu düşlüyorduk. Bu düşün karşılığı bir anlamda Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve bu yüzden de düşler, hayaller, farklı renklerle bezeli. Ve sanayi kasabasındaki çocuklarının umutsuzluğu ve korkularıyla kabarıyor deniz.

Genelde erkek dünyasını anlatıyorsun. Bu dünyada kadınlar ya yok ya evlerindeler. Ya da bir anda kasabaya dönüp ortalığı karıştırıyorlar, kasabada bir yaranın kabuğunu kaldırıyorlar. Ferhat Uludere’nin yazınında kadın tehlikeli olan, karanlık olan, baştan çıkaran mıdır?

Genel itibariyle erkek dünyasını anlatıyorum çünkü kasaba dediğimizde kadınların evlerinde sıkışıp kaldığı, erkeklerin ise bütün bölgeye hâkim olduğu bir yaşam var ortada. Romanlarımın genelinde 1001 Gece Masalları’ndaki kadın motifini kullanıyorum. Biraz oryantalist bir bakış, biliyorum ama oradaki kadın kimliği hoşuma gidiyor. Kadınlar sıradan erkek dünyasının kenarında duruyor ve o dünyayı yok ediyorlar. Benim kadınlarım biraz efsunlu varlıklar. Peşlerinde bir gizi ve yok oluşu taşıyorlar. Erkekler onların peşinde perişan oluyor. Yani efsunlu oldukları kadar da tehlikeliler.

Yine yazdıklarında tekrarlayan bir motif olarak kadın kasabayı terk eden, büyük hayatlar arayan, modernizme uyumlu ve hedeflerinin peşinden giderken erkekler kasabada kalan, daha âtıl, keşmekeşten bir limana sığınmış karakterler. Bir kabulü yaşıyorlar. Bu bana kasaba erkek, şehir kadınmış, kasaba ve şehir ikilemi kadın ve erkek arasında da sürekli gitgelleri doğuruyormuş, erkek değişime daha kapalıyken kadının doğası değişim ve dönüşümmüş gibi bir alt okuma yaptırdı bu kez. Ne dersin?

Kadınlar erkeklere nazaran her zaman daha cesurlar, en azından gitmeyi başarıyorlar. Erkekler daha statüko düşkünü oluyor. Mevcut durumu kabullenmek ve bir anlamda mevcut hali sürdürmek onlara düşüyor. Bu anlamda kasabayı ilk kadınlar terk etti ve erkekler peşlerinden gitti. Kadınlar hayatlarını değiştirse de erkekler mevcut hayatlarını kasaba dışında sürdürme hayali kurdular. Her zaman böyle değil midir? Kadın yeniliğe her zaman daha açıktır. Gezmeyi kadın ister, evin eşyalarını kadın değiştirir… Kadın sürekli yenilik yapar.

Sen bir hikâye anlatıcısısın ama çok da iyi bir hikâye biriktiricisisin. Yazma serüveninde otobiyografik öğelerden, yaşanmış hikâyelerden de sıklıkla besleniyorsun. Bunların kitaba girişleri nasıl oluyor? Yazma sürecin nasıl işliyor?

Yazmaya başlamadan önce elimde her zaman hikâyelerim vardır. Ne anlatacağımdan ziyade, hikâyeleri nasıl bir araya getireceğimi düşünürüm. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da deniz bir birleştirici unsur olarak karşımıza çıkıyor, Son 11’de ise futbol takımı aynı işlevi görüyor. Hikâyeleri bir araya getirirken sırtımı gerçeğe yaslamıyorum hiç. Bir gerçek kırıntısından hareket ederek birçok fark hikâyeden detayları bir araya getirip yeni bir şey inşa ediyorum. Genellikle de insanların hikâyelerinden yola çıkıyorum ve yazdıktan sonra o hikâyeyi kimse tanımıyor.

“Büyük şehrin büyük düşleri ve bu düşlere yetişme telaşı… Yıllardır aynı şeyleri düşünüp aynı şeyler için uğraşıyordu Hazan. Biraz daha kazanıp biraz daha fazla harcamak, koltukları yenilemek, daha şık tabaklarda yemek yemek, arabayı değiştirmek, yeni ev almak… Tüm bunları yapmaya yaşamak diyordu. Onun için yaşam satın alınan bir şeydi.”

Senin için yaşamak nedir?

Yaşamak satılan alınan bir şey değildir ama biz artık her şeyi satın almaya alıştık. Yiyecek satın aldık, giyecek satın aldık, bilgi satın aldık ve şimdi yaşam satın almaya çalışıyoruz. Daha fazla ve daha çok… Halbuki yaşam her yaşın tadına varmaktır. Sevmek, sevilmek, ihanete uğramak, ağlamak, üzülmek, mutlu olmak ve birinin mutluluğunu paylaşmaktır. Hiçbiri de satın alınamaz bunların. İnsan gözyaşlarını satın alabilir mi?

 

* Bu söyleşi 8 Ekim 2020’de K24 / T24 Bağımsız İnternet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Çocuklar En Çok Özgürlük Talep Eder*

Ahmet Büke, Zeyno Kitapları serisiyle iki sene önce ilk defa çocuklarla buluşmuştu, şimdiyse serinin üçüncü kitabı Neşeli Günler, Günışığı Kitaplığı etiketiyle raflarda yerini aldı. Neşeli Günler’de babası ve annesi işsiz kalan Zeyno’nun, ailesiyle birlikte bir sahil kasabasında hayatını sürdürme çabasının hikâyesini okurken Zeyno’nun başından geçenlerle birlikte onun büyüme sürecine tanık oluyoruz. Bu vesileyle Ahmet Büke ile İzmir’de keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

>>Çocuklar için yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yazmaya başlamadan önce yetişkinlere ya da çocuklara yazayım diye düşünmemiştim. İlk yazdıklarım yetişkinlere ait şeyler oldu. Çocuklukta okuduğum iyi çocuk kitaplarına olan özlemim hiç bitmese de çocuklar için yazmak cesaret edip yapabileceğim bir şey değildi, bunu korkutucu ve zor buluyordum. Sonra baba oldum. Kızıma çocuk kitapları okurken bir deli cesareti geldi. Aklımdaki hikâyeleri yazdım, yayınevindeki arkadaşlarla ve ne mutlu ki Sedat Girgin ile çalıştık ve biraz cesaretle Zeyno Kitapları çıktı ortaya.

>>Yazım sürecinde kızınızın rolü nedir?

Kızım Zeynep’ten sonra kreş, okul, park, hastane gibi çok çocukla dolu ortamda, çok fazla zamanım geçti. Kent ortamında onların kendilerine özgü dünyalarını uzun uzun izleme fırsatım oldu. Aslında kitaptaki Zeyno, bir sürü Zeyno’nun ve bir sürü Ali’nin toplamı. Hazırcevaplığıyla, farklılığıyla, erken büyümesi ve olgunlaşmasıyla bugünün kentlerde yaşayan çocuklarının toplamı

>>Neşeli Günler ebeveyn işsizliğiyle açılıyor. Çocuklar için böyle zor bir konuyu seçmenizin nedeni neydi?

Düşününce çocuk kitaplarımda biraz zor konular seçmişim. Anne baba ayrılığı, toplumsal cinsiyet, işsizlik… Özellikle değil; ama hayata nereden temas ediyorsanız, o konulara daha fazla kafa yoruyorsunuz. Bu dertlerin hepsi çocukların da dertleri. Edebiyatın bunlardan bahsetmesi kadar normal ve olması gereken bir şey yok. Çocuk edebiyatı da buna dahil. Tabii ki çocuklara yazdığımızı unutmadan yazmak gerekiyor.

>>Toplumda genel olarak kabul edilmiş kadın-erkek rollerini ters yüz ediyorsunuz kitabınızda. Kadını ön plana çıkaran bir duruş var. Zeyno aracılığıyla kız çocuklarına bir mesaj mı vermek istediniz?

Benim büyüdüğüm, doğal olarak yetiştiğim yer geleneksel yörük kültürünün hâkim olduğu bir bölgeydi. Bizde kadın çok belirleyicidir. Erkeğin aile reisliği görüntüde bir şeydir. Kadınlar eşitlik talep etmezler, onun doğal hakları olduğunu bilirler. Biraz o doğallık içinde anlattım aslında.

>>’Küçük bir sahil kasabasına taşınmak’ sıradan bir şehir insanının en bilindik hayali. Buna dokunmanızın altında yatan sebep neydi?

Yazdıktan sonra bir klişeden bahsetmişim gibi geldi ve yapmasaydım diye düşündüm aslında. Ama o tamamen Zeyno’nun babasının arkadaşının balıkçı olmasıyla ilgiliydi. Zaten çok da romantize edilmiş bir durum değil hikâyede. Sadece zorunluluktan geçici bir sığınma hali.

>>Kasabalı Neşe’yi şehirli Zeyno’nun karşısına çıkarırken çocukluğunuz ile bugünün şehirli çocuğunu karşı karşıya getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Bu karşılaşma çocukluğumdan yetişkinliğe geçişte yaşadığım yarılmayı anlatıyor aslında. Ben liseye kadar kasabada yaşadım. Orada hayat farklı akar. Evin kapısının önüne çıktığınızdan itibaren okul da dahil tüm zamanınız size aittir. Ve orada bir sürü yetenek kazanırsınız. Tek başınıza ormanda gezersiniz, bir yerde oturursunuz, doğayı ve kendinizi dinlersiniz. Bütün bunlar farklı bir enerji ve mutluluk veriyor çocuklara. Neşe oranın çocuğu olduğu için, adının da gerçek anlamını veren bir tarafı var, hakikaten neşeli! Babasının uzak olmasına, onun için çok üzülmesine rağmen neşeli bir çocuk o. Zeyno ise şehrin karmaşasından, daha yalıtılmış bir çocukluktan gelmiş. O iki karakter çarpışıyor orada. Ve birbirlerini bütünlüyorlar biraz, onu anlatmak istedim.

>>Kasabada çocuk olmakla şehirde çocuk olmak arasındaki farklar nedir?

Şehirde yaşayan Zeynep muhtemelen parka bile büyüklerinin gözetiminde gidecekti. Çocuklar en çok özgürlük talep ederler. O özgürlük parça parça ve büyüdükçe kazanılır. Ama şehirde her zaman çok ciddi bir sınır ve güvenlik sorunu var. Yalnız bırakamazsınız çocukları; istediği gibi oynayamaz, kendisi olamaz aslında çocuk; ama kasabada öyle değil.

>>Neşeli Günler bir doğayla büyüme hikâyesi…

Çocuk hikâyelerine baktığımızda çoğu, çocukların büyüme macerasını anlatır. Kitapta Zeynep tekrar şehre dönüyor ama giden ile dönen Zeynep farklı; büyümüş, bir sürü şeyin farkına varmış, yeni arkadaşlıklar kurmuş, olgunlaşmış, zor günleri ailesi ve arkadaşları ile beraber göğüslemiş, hayatla temas etmiş, bir sürü şey öğrenmiş bir çocuk…

>>Çocuklara yazmak mı daha keyifli, yetişkinlere yazmak mı?

Çocuklara yazmak biraz daha zor. Hele şimdiki çocuklar… Biz dijital göçmeniz, onlar dijital yerli. İnternetin içine doğuyorlar.

>>Çocukların yazdıklarınıza tepkileri nasıl?

Genelde öykü hoşlarına gidiyor. Ama hep yarım kalmış olduğunu düşünüyorlar. Öykü her şeyi birebir anlatmaz, sezdirir. Çocuklar o eksik kalmışlıktan hoşlanmıyorlar. Her şeyi tamamlanmış, çerçevelenmiş istiyorlar.

>>İlginç geldi bu söylediğiniz, çocukların hayal dünyası daha geniştir oysa…

Çocuklara eğitimden tutun da etkinliklere kadar hep yapılandırılmış, sınırları çizilmiş hayatlar sunuyoruz. Bundan mı bilmiyorum ama huzursuzluk veriyor bu ucu açık kalmış, hayal gücüne bırakılmış sonlar… Bu benim tecrübem tabii, yanılıyor da olabilirim.

>>Çocukların edebiyatla nasıl bir ilişki kurmasını istersiniz?

En büyük beklenti çocuğun kitap okumayı sevmesi olmalı. Okumayı sevdiren her şeyle onları temas ettirmek iyidir. Okumalarından hoşlanmadığımız kitaplar olabilir, esnek olmalıyız. Kararı ona bırakalım ama okuduklarının yanında daha iyi eserlerle karşılaşma imkânı sağlayalım. Bu kadar çok uyaranın olduğu, her şeyin çok hızlı değiştiği bu çağda, okumak gibi bir yalnız kalma eylemini sürdürebilmesi için o alışkanlığı kazanması çok kıymetli.

>>Anne babalara da çok önemli mesajlar veriyorsunuz. Birlikte okumayı öneriyor musunuz?

Birlikte okumak güzeldir. Hatta çocuklar okuma yazma öğrendikten sonra bile birlikte okumayı öneriyor pedagoglar. Bu süreçte çocuğun yanında oluyor, ona temas ediyorsun, onunla bakışıyorsun, o sana soru soruyor, yanıt veriyorsun, sen soru soruyorsun. Bu, sadece kitap okumanın ötesinde… Anne ve babanın çocukla bir araya gelip temas ettiği, aynı ortamı paylaştığı iyi bir zaman… Ben memnun olurum anne babalar bunu çocuklarıyla okursa ya da büyüdüğünde çocuk onlara okursa…

* Bu söyleşi 5 Nisan 2019’da BirGün Kitap’ta yayımlanmıştır.

 

Mavi Eşekler’in Yolculuğu*

Hakan Bayhan’ın dördüncü çocuk kitabı Mavi Eşekler Adası,Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaplarında yolculuk temaları üzerinden ilerleyen yazar, farklılıklarımızın bizi zenginleştirdiğini, bunlara rağmen birlikte yaşayabileceğimizi anlatmaya devam ediyor. Hakan Bayhan ile foto muhabirliğinden yazarlığa uzanan serüvenini, çocuklar için yarattığı kahramanlarını, düzenlediği masal atölyelerini ve son kitabını konuştuk. 

Dördüncü kitabınızı yayımladınız.  Çocuklar için yazmaya nasıl başladınız?

Çocukluğum kalabalık bir aile ortamında geçti. Doğduğum coğrafyada kış çetin geçerdi. Kış geceleri biz çocuklar için eğlence demekti. O zamanlar sadece radyo vardı. Bir de yaşlı kadınların bize anlattığı masallar… Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan devler… Anlatırken aslında döktükleri gözyaşlarını kendileri için döken masal anlatıcı kadınlar… Böyle bir çocukluktan gelip gazeteciliğe foto muhabiri olarak başladım. Daha sonra yazı işlerinde, işin mutfağı tabir edilen yerde çalıştım. Ardından bulunduğum gazetelerde kültür sanat alanında çalıştım. Radikal Gazetesi’nin kitap ekinin görsel yönetmenliğini yaparken bir yandan da edebiyatı okumaktan öteye götürüp yazmaya, yazdıklarımı kenara atmaya, hikâyeler biriktirmeye başladım. Ancak gün yüzüne çıkarmayı hiç düşünmedim. Sonraları kızım dünyaya gelince bir kırılma yaşadım. Kızımla beraber gözlemlerim daha da arttı, farklılaştı diyebilirim. Gece o yatarken uydurduğum masallara verdiği tepkileri görünce diğer çocukların da bunları okuması gerektiğini düşündüm. Hatta o dönemde, bir roman üzerinde çalışıyordum. Ancak bir gün ani bir kararla romanı bilgisayardan silip çocuklara için yazmaya karar verdim.

Bu süreçte çocuklar tarafından en çok sevilen kahramanınız hangisi oldu? Neden?

Nedeni aslında çok basit, çocuklar genellikle kendilerine değen, bağ kurabildikleri, özdeşleşebildikleri kahramanları daha çok seviyorlar. Kendilerini o kahramanın yerine koyup masalın içine giriyorlar ve bu andan itibaren onlar için asıl macera başlıyor. Küçük Salyangoz Pişinga masalında en çok Pişinga karakterini sevdiler. Uçmaya, gezmeye, yeni yerler görmeye meraklı Pişinga’da kendi özlem ve isteklerini buldular galiba. Bir de ilk iki kitaptaki Kerem var. Onu da pek sevdiler. Kerem gibi maceraya atılmak, olmayanı oldurmak, sırt çantasını alıp yola çıkmak çocuklar için önemli bir duygu olsa gerek.

Mavi Eşekler Adası’nda özgür, adil, mutlu bir toplum umudu var. Farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabileceğimiz düşüncesi…  Mavi Eşekler Adası fikri nasıl doğdu ve gelişti?

Evet farklıyız… Sen de, ben de farklıyız. Ancak bundan korkmamalıyız. Öte yandan kutuplaşmanın, ötekileştirmenin ve nefret söyleminin tavan yaptığı bu süreçte, çocukların bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yolda, sokakta, okulda, TV’lerde ve hayatın her alanında neredeyse hep bu ayrıştırıcı, ötekileştirici dile maruz kalıyorlar, kalıyoruz. Sevmekten korkmamalarını; sevginin, paylaşmanın bizleri çoğaltacağını, özgür olurlarsa kendileri olacaklarını, adil olurlarsa mutlu, huzurlu olacaklarını sadece Mavi Eşekler Adası’nda değil, yazdığım tüm masallarda göstermek istiyorum. Farklılığımıza rağmen birlikte yaşamanın zenginlik olduğu, farklı renklerin, dillerin ve dinlerin hayat devam ettiği sürece hep var olacağı gerçeğinden yola çıkıyorum.

Yolculuk teması her kitabınızda var. Bu zemini seçmenizin özellikli sebebi nedir?

Çok klasik olacak belki ama hayat bir yolculuk değil mi? Çocukluğumda yolculuklardan hep korkardım. Bu korku kaybetmek korkusuydu galiba. Var olanı elinden yitirme, kayıp gitmesi korkusu. Büyüdükçe yolculuğun kaybetmek değil, aksine bulmak, keşfetmek olduğunu idrak edince keyif almaya başladım. Bir anlamda çocukluğumdaki kendim ile yüzleştim. Gitmek, gidip görmek, kendinden farklı olan ile karşılaşmak onu tanımak sevmek. Zorluklarla mücadele etmek, birey olmak, kendi başına karar vermek. Bunlar hele ki çocuklara daha ilginç geliyor.

Yeni nesil neler okuyor?

Teknolojinin erişilebilir olmasıyla beraber internet hayatın her alanına girdi. Çocuklar iyiyi kötüyü seçiyorlar. Hoşlanmadığı şeyi, kendine değmeyen kitabı okumuyor mesela. Neden Harry Potter rağbet görüyor? Çünkü içinde bilim var, gizem var, aksiyon var ve daha pek çok bileşen var. İçinde kendilerine ilginç gelen, sıcak hikâyesinde kendilerini buldukları her kitaba ilgi gösteriyorlar diye düşünüyorum.

Biz yetişkinlerin çocuklardan öğrenmesi gereken şeyler nedir?

Çocuklar biz yetişkinlerden daha yalın, daha yalansız ve doğrular. Onlar neyin iyi, neyin kötü olduğunun farkındalar ve bunu da tüm saflıklarıyla ifade etmede bir sakınca görmüyorlar. Çocuk deyip geçmemeli, “Anlamazlar” dememeliyiz. Onların algılama kapasiteleri biz yetişkinlerin çok üzerinde. O yüzden hangi yaştalarsa ona göre davranmanın doğruluğuna inanıyorum. Bir de bir laf vardır: Çocuğun seviyesine inmek. Bu bana çok itici geliyor. Ne seviyesi? Onların algıları bizden bin kat daha açık ve berrak. Duygu dünyaları, düşünme biçimleri ve hayalleri farklı. Yetişkinlerin göremediği birçok ayrıntıyı onlar ilk bakışta görüyorlar. Ben de elimden geldiğince dinlemekten ve onları yargılamadan onlardan bir şey öğrenebilir miyim diye gözlemliyorum.

Yaptığınız masal atölyelerinden bahsedelim biraz da…

Çocuklarla bir şey yapmak, onlarla vakit geçirmek benim açımdan hele hele ki yolun daha başında olan bir yazar olarak çok kıymetli bir durum. Çocuklarla masal atölyesi yapıyorum. Siz de yazar olabilirsiniz diye. Önce çocuklar kendilerini tanıtıyorlar. Bu, çocukların birbirini tanımalarına vesile oluyor. Nelerden hoşlanırlar, neler ilgilerini çeker, bunları anlatıyorlar. Daha sonra onlara bir önerme veriyorum. Ve çocuklar kendi masallarını yazıyorlar. Daha sonra her çocuk kendi yazdığı masalı sırasıyla okuyor. Öyle güçlü, öyle sıkı masallar çıkıyor ki. İşte o zaman umudum yeniden yeşeriyor. Evet, diyorum kendi kendime, geliyorlar. Geleceğin yazarları olarak geliyorlar!

Mavi Eşekler Adası’ndan sonra sırada ne var?

Şu sıralar iki çalışma içerisindeyim. İlki 4-6 yaş okul öncesi çocukların ilgisini çekebilecek bir üçleme masal. Arkadaşı olmayan küçük bir kız çocuğu ile bulutun hikâyesi… Diğeri de Osman Hamdi Bey ile ilgili bir masal. Ressam, müzeci, arkeolog ve sanat eğitmeni Osman Hamdi Bey’in tarihimizde önemli bir figür olduğunu düşünüyorum. Sadece Kaplumbağa Terbiyecisi eseriyle tanınıyor. Daha birçok eseri var. Hayatını arkeolojiye, sanata adamış bir insanın çocuklar tarafından bilinmesini istiyorum.

* 21 Haziran 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Bir Oyun, Bir Kasaba; Pek Çok Hikâye, Pek Çok Yara*

Uzun bir aradan sonra yayımladığı yeni romanı Son 11’de Ferhat Uludere hikâyesini küme düşmüş bir takımın son maçına çıkacağı soyunma odasından kuruyor. Tüm yaşanmışlıklar, tüm başarılar ve tüm hatalarla gelinen bu son ve hatta skorun etkilemeyeceği sonuç, oyunu durdurmuyor. Taraftarın öfkesi Capsalgine kokulu odanın gerginliğini git gide arttırırken soyunma odasından çıkan hikâyeler bizi bir kasabanın yaşantısından insanlık hallerimize, hayal kırıklıklarımıza, aşklara, babasız büyümüş bir çocuğun yaşadıklarına, saflığın ve masumiyetin kötülük ve çıkarcı niyetlerle kirletilmeye çalışıldığı zamanlara götürüyor. Kasabanın sarhoşluğuysa tabii ki devam ediyor.

Ferhat Uludere’nin anlattığı öyküler hayal kırıklığı ve hüznü tattırdığı kadar kasaba insanlarının saflığıyla yüreğimize dokunup ince esprileriyle yüzümüzü gülümsetirken Trakya kasabalarından ve futbol penceresinden bir bakışla önemli bir döneme tanıklık ediyor.

Ferhat Uludere ile Doğan Kitap’tan yayımlanan son romanı Son 11’i, futbolu, edebiyatı, doksanları ve hayatı konuştuk.

Metalaşmış, metalaştırılmış bir futbol izliyoruz. Belki de bir bölümümüz futbola tutkuyla bağlıyken bir bölümümüzün futbolu topun peşinden koşan 22 adam olarak görmesi bundan… Romanınızda futbolu metalaşmaktan çıkarıp onun ruhuna indiğinizi görüyoruz. Futbol sizin için ne ifade ediyor?

Kitapta da belirttiğim ve herkesin bildiği üzere futbol hiçbir zaman masum bir oyun olmadı. Bu kadar ilgi gören ve insanları bir araya toplayan herhangi bir olgunun manipüle edilmemesi elbette olanaksız.

Futbol benim için bir çocukluk hastalığı, insanları bir araya getiren, içinde insana dair birçok hikâye barındıran bir oyun, hatta kitapta da dediğim gibi “güçsüzün güçlüyü yenebildiği tek oyun”.

Yazınımızın futboldan beslendiğini söylemek pek mümkün değil.

“Son 11”i bir futbol romanı olarak düşünürsek tüm kitaba haksızlık yapmış olabiliriz. Futbol kitabın birleştirici unsuru… Tıpkı hayatta da olduğu gibi… Anlattığım insanları bir araya getiren meşin yuvarlak, ama ben o topun kaleye girmesini değil, o topun etrafında bir kasabanın öyküsünü anlatıyorum. Her yaştan ve her sınıftan karakterlerle yapıyorum bunu. Asıl beslendiğim yer ise kasaba, kasabalılık, kasabayı terk etmek ve edememek gibi duygular.

Futbolu veya futbolun unsurlarını konu edinen veya kullanan eserler oldukça az. Bu kadar görünür bir olguya bu kadar mesafeli durulmasının sebebi sizce nedir?

Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. Doksanların başında futbol ile ilgilenmek ve futbol hakkında konuşmak lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Edebiyat ve sanattan zevk alıyorsan futboldan hazzetmemen gerekiyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Hakkında çok az insan yazıp çiziyor ve çok az insan alenen futbol sevdiğini söylüyordu. Bu da eli kalem tutan insanları futboldan uzaklaştırdı.

Bu süreç ne zaman değişti?

2002 yılında… Güney Kore ve Japonya’nın düzenlediği 2002 Dünya Kupası bir milat oldu bizim için. Kupaya Türkiye’nin katılması ve üçüncü olmasıyla birlikte futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta hatta toplanıp maçlara gittiğini gizlemez oldu. Yayınevleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadı. Futbol dizileri oluşturuldu, çeviriler hızlandı ve futbol entelektüel bir hadise haline geldi. Edebiyat ve futbol ilişkisi ise hala çok kuvvetli değil. Çok az örnek var ne yazık ki…

Son 11 doksanlara dair bir dönem romanı aynı zamanda. Daha çok pop müziğin patladığı dönem olarak anılır doksanlar. Bir yandan da heavy metalin ülkede filizlendiği dönem olduğunu söylemek mümkün. Yazdıklarınızda müziği duymaya alışkın okurlarınız için neredeyse müzikten arındırılmış bir tablo sunuyorsunuz bu kez.

Doksanlar benim için hızar gürültüsü sertliğinde bir heavy metaldir. Ama Tazı Vedat’ın İstanbul yolculuğu dışında müziği kitabın hiçbir alanında kullanmadım. Çünkü kasabayı müzik ya da bir müzik grubu etrafında değil, futbol ekseninde bir araya getiriyordum ve müzikten ziyade tezahürat kullanmak istedim. Ama önceki kitaplarımda Nick Cave’den Cohen’e, AC/DC’den Slayer’a kadar birçok müzisyenin sayfalar arasına sıkıştığını görmek mümkün.

Git gide yalnızlaştığımız dünyada ‘bir şeyin’ taraftarı olmak bir nevi yaşama tutunma sebebi. Yaşattığı topluluk deneyimi ile bir aidiyeti ve kendi kültürünü yaratıyor. Taraftar ve taraf olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsan “taraf” olmadan var olamıyor. Hangi yılda yaşarsa yaşasın bir gruba, topluluğa, bir kente ya da kasabaya aidiyet hissetmek zorunda. 12 Eylül sonrası bu taraf olma duygusu, sistemli bir şekilde manipüle edildi. Turgut Özal futbolla önemli yatırımlar yaptı ve taraf olma ihtiyacını karşılamak için taraftarlar yarattı. Önceki yıllardaki politik kuşaklar içine kapanırken gençler futbol takımlarının etrafında bir araya gelmeme başladı. Ve elbette daha kolay kontrol altında tutulan kişiler oldular. Hâlâ da öyledir. Tabii birkaç istisna yok değil.

Romanınızda “baba” figürleri değişiyor. Güven veren babalar, başaramamış babalar, olmayan babalar… Baba ve oğul ilişkisi üzerine sık sık düşünüyoruz romanda. Bir erkeğin hayatında babanın rolü nedir ve ne olmalıdır sizce?

Bir baba gözetiminde büyümedim. Babamı erken yaşta kaybetmiş değilim, ama babam ölmeden bir sene öncesine kadar bir baba oğul ilişkimiz yoktu. Ben doğdum babam Almanya’daydı. Babam ev almıştı, annem tek başına taşınmak zorunda kaldı o eve, ben anneme sık sık adresi babama verip vermediğini soruyordum. Gelirse bizi bulamaz diye korkuyordum. Ben büyürken babam 1001 Fıçı Bira’ydı. Ben uyurken gelir, uyanmadan da birahaneye giderdi. Lise ve üniversite çağında farklı çatışmalar yaşadık. Tam ortak zevklerimiz konuşacak konularımız olmaya başladı babam kalbine yenik düştü. Sizin sorunuzun cevabını ben de kitap boyunca aradım. Bir erkeğin hayatında babanın yerini gerçekten bilmiyorum. Kitapta Sami’nin dediği gibi babalar hata yapacak çocuklar da o hataları düzeltecek.

Lüleburgazlısınız… Trakya insanını anlatırken anlatının içinde mizah ve ironinin olmayacağını düşünmek mümkün değil. Son 11’de de tüm hayal kırıklığı ve karanlığa rağmen sık sık gülümserken buluyoruz kendimizi. Popüler kültürün dayattığı “Trakyalı” imajından uzak; bir dil ve bir bakış açısı, bir yaşayış tarzı var. Edebiyatımızda bu yerel unsurlara ne kadar sahip çıktığımızı düşünüyorsunuz?

Popüler kültürün yarattığı tüm Trakyalı karakterler karikatür olmaktan öteye geçmiyor. Gerçek Trakyalının edebiyat, sinema ve tiyatroda yeterince temsili yok. Bu olmayınca da ortaya “Karadenizli Temel” gibi aslı astarı olmayan mizahi tipler çıkıyor. Halbuki her zaman söylüyorum yine söyleyeyim. Trakyalı yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, oyuncular ve müzisyenler olarak bir araya gelip bu temsil meselesi üzerine ciddi ölçüde kafa yormalıyız. Eğer bunu biz yapmazsak yakın zamanda gösterime giren Oflu Hoca gibi fıkradan türemiş yapımlar ortak hafızamızda yeni bir Trakyalı algısı kazıyacak. Ve şimdi olduğu gibi bunları alkışlamaya devam edeceğiz.

Son 11’de doğrusal bir zaman kurgusu yok. Bir bulmacanın parçalarını tamamlar gibi ana hikâyeye ulaşıyoruz. Bunu tercih etmiş olmanız edebiyata da bir oyun gözüyle bakmanız olarak yorumlanabilir mi?

Futbolun bir oyun olduğu kadar edebiyat da bir oyundur. Yalnız başına başlar ve bittikten sonra taraftara ulaşır. Son 11’de farklı bir zaman kurgusu düşündüm. Kitap başladıktan 10 dakika sonra bitecekti ve öylede oldu. Kitap soyunma odasında sahaya çıkmak için yapılan hazırlıkla başlıyor ve takımın sahaya çıkmasıyla bitiyor. Ama bu 10 dakikaya kasabanın neredeyse 30 yıllık bir zamanını sığdırmaya çalıştım. Normal bir zaman akışında hikâyenin heyecanı ve aksiyonu şimdiki zamanda gerçekleşir, ben şimdiki zamanı kısa tutarak hikâyenin tamamı da geçmiş zamana taşımak istedim. Alışılagelmiş kurguları bozmak hoşuma gidiyor. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde de benzer çalışmalar yapmıştım.

Son olarak, romanınızı –konuştuğumuz önyargılar doğrultusunda- sadece bir “futbol takımının hikâyesi” olarak tanımlamanın son derece yetersiz kalacağını düşünmekteyim.  Bir yandan da Son 11 ile birlikte futbola uzak birçok kişinin futbola bakışının değişeceğini, birtakım önyargıların kırılacağını söylemek sanırım yanlış bir tahmin olmaz. Son 11’in sizin edebiyat yolculuğunuzda sizin için nerede durduğunu öğrenebilir miyiz?

Son 11 bugünkü berbat futbol iklimimiz içinde futbolun gerçekten ne olduğunu insanlara hatırlatırsa çok mutlu olurum. Belki insanların futbola bakışı değişir sahadakinin savaş değil oyun olduğuna kani olurlar.

* 19 Nisan 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

 

Arzu Şimşek: Malzemeden İlham Alıyorum…

Arzu Şimşek sanatçı ve iş kadını olmak için çıktığı yolda emin adımlarla ilerlerken Alsancak’taki atölyesinde kostümler dikiyor, kuklalar yapıyor. Enerjik, kendisiyle barışık, özgür bir ruh ve işine aşık bir kadın. Kendisiyle atölyesindeki kuklaların, şapkaların ve kostümlerin arasında, bankacılıktan sanatçı kimliğine, işini kurma aşamalarından İzmir’de kadın olmaya ve hayallerimize uzanan keyifli bir sohbet ettik.

arzu-simsek

Şu an karşımda yaratıcılığıyla sınır tanımayacağını bildiğim biri oturuyor. Ancak bankacılıkla başlamış iş hayatın… Nasıl oldu bu yanılsama?

Rahmetli babam beni küçüklüğümden beri “ressam kızım” diye severdi aslında. Ancak anne ve babanın gelecek kaygısı oluyor. Güzel Sanatlar Fakültesinde aç kalırım diye oraya göndermeyip Ticaret Lisesine gönderdiler beni. Ben de ikinci bir mesleğim olur diye kabul ettim.

İkinci meslek olmak için zor bir bölüm olsa gerek…

Benimle bankanın, muhasebenin ne alakası var. (Gülüyor) Eğlenceli bir lise hayatım oldu, gerisi de çok umurumda değil doğrusu. Derslerde güler, yakalanırdım. Çok tatlı bir hocamız vardı. Beni kaldırır ne anlattığını sorardı. Ben de “Bilmiyorum Hocam, çalışmadım” derdim. Ne bildiğimi sorardı. “Faturayı biliyorum” derdim. “Onu anlat o zaman” derdi; anlatırdım. Her seferinde böyle olurdu. “İyi bari sana bir konuyu öğretmişiz” diyordu.

Nasıl mezun oldun peki?

Lise sondayım, baktım ki mezun olamayacağım. Hocama mezun olmak için ne yapmam gerektiğini sordum. Ya teşekkür ya takdir almam gerektiğini söyledi. Pek tabii, mezun olacağıma hiç inanmadı. Bir hesap yaptım, teşekkür almam yetiyordu. Çalıştım, teşekkürü kaptım. Bir hafta sonra diplomamı almaya gittim, vermiyorlar. Eksik kredi vermişler bana. Takdir almam gerekiyormuş. Üniversitenin ilk basamağını kazanmış olsaydın yaz okulunda tamamlardın, dediler. Kazandım, dedim. O ince kağıttan geldi mi eve, dediler. O kadar bihaberim ki okuldan, kimse üniversiteyi kazanmış olabileceğime inanmıyor! O yaz mezun oldum.

Güzel Sanatları neden yeniden denemedin?

Güzel Sanatlara gitmek için yeniden babamla konuştuk. İstemedi. Okumuyorum o zaman, dedim. Şimdiki aklım olsa Güzel Sanatlarda diretirdim ve okurdum.

Tekstil hayatın nasıl başladı?

Babam beni bankacı yapmak istediği için bir bankada staj yapmaya başladım. Banka beni işe almak istedi, istemedim. Bir turizm şirketine santral elemanı olarak girdim. Birkaç ay çalıştıktan sonra beni finans bölümüne aldılar. Finans istemiyorum, beni illa finansçı yapacaklar. Oradan çıkıp Tekstil Araştırma Geliştirme Vakfı’nın kalıpçılık kursuna burslu olarak katıldım. Stilistlik kursunu bitirdim. Vakıf aracılığıyla bir iş bulup çalışmaya başladım.

Ancak tekstil firmalarında devam etmedin…

İhracat firmalarında yardımcı kalıpçılık ve kalıpçılık yaptım. En son firmamda artık koleksiyon hazırlıyordum. Stilistlik yapıyorum ama mutsuzum. Trendlere bağlı kalman, o yılın modasını, rengini düşünmen, firmanın isteklerini yerine getirmen gerekiyor. Maliyetler işin içine girince kumaş seçeneğin sınırlanıyor. Koleksiyonunu beğendirmek gerekiyor. Hayal gücünü baltalayan birçok şey var. Beni mutsuz edenin bunlara bağlı olarak üretim yapmak olduğunu o zaman anlamamıştım.

Seni mutlu ve mutsuz edenin ayırdına nasıl vardın?

Evlenmiştim. Hamile olduğumu öğrenince işe bir süre ara verdim. Oğlum üç yaşına gelene kadar çalışmadım. Ama evde hiç boş durmadım. Takılar yapıp satıyordum. Özgürce üretmeyi seviyordum. Bir gün oğluma televizyonda çizgi film ararken Derya Baykal’ın anonsunu gördüm. Örgü, takı ve saç aksesuarı dallarında yapılacak bir yarışma anonsu… Katılmayı düşünüp sonrasında unuttum. Bir hafta sonra yine oğluma çizgi film ararken aynı yerde aynı anonsu gördüm. Burada ilahi bir mesaj olduğunu hep düşünürüm. Sana bir şey olacaksa oluyor işte.

Derya Baykal’ın programı hayatının dönüm noktalarından biri… Nasıl gelişti bu süreç?

Aklıma bir fikir geldi. Alüminyum şofben borusundan bir saç aksesuarı yapmaya karar verdim. Eşimi arayıp bana bir metre şofben borusu almasını istedim, bir şey yapacağım! Akşam boruyu ayarladım ve kafama taktım. Eşime nasıl olduğunu sordum. Ne olduğunu sordu ama nasıl olduğu soruma çok da tatmin edici bir yanıt vermedi. Ben de yaptığım şeyi mutfakta tabakların arasına fırlattım attım. Birkaç hafta sonra annem geldi ve tabakların arasında bulduğu şey karşısında “Aaa Arzu, çok güzel bir şey bu… Ne bu?” dedi. Çok güzel ama bu ne? İstediğim tepki buydu işte. O akşam sabaha kadar çalıştım. Meğer o hafta katılım için son haftaymış. Derya Baykal’ın eline ulaşan son kolilerden benim saç aksesuarım çıkmış… Televizyonda tesadüfen yarışma birincisi olduğumu öğrendiğimde sevincimden ağladım. Benim saç aksesuarım elden ele geziyordu, çok heyecanlıydım, Türkiye genelinde bini aşkın ürün arasından benimki seçilmişti. O benim hayatımın dönüm noktası oldu. Sonrasında televizyon programları ve röportajlar geldi.

Atölyenin kurulumu nasıl oldu?

Yarışmadan kazandığım parayla makinelerimi aldım. Lohusalıktan çıkmış, özgüvenim düşükken ve çocuk büyütürken bu olay beni depresyonumdan kurtardı, tam anlamıyla kendime getirdi. Atölyem de evimde kurulmuş oldu.

Peki, takılar ve saç aksesuarları tasarlarken iş nasıl kostüm tasarlamaya dönüştü?

Oğlum üç yaşında okula başladı. Okul sahibinin yaptıklarımdan haberi oldu, kostümcüsüyle sorun yaşıyormuş, okulun kostümlerini bana yaptırdı. Yapmaya başlayınca yapmak istediğim asıl işi buldum. Çünkü benim hayal gücüm masalsıdır, fantastiktir. Sınırlamaya gelemem. Kostümdeyse sınırsız malzeme kullanabilirim. Beni kısıtlayan hiçbir şey yok! Yılsonu gösterisinde kostümler çok beğenilince üç okula daha iş yapmaya başladım. Oradan da iş büyüdü.

Sanayi Odasının projesinin işini büyütmene katkısı nasıl oldu?

İş büyüyünce evden çıkmam ve bir atölye kurmam gerekti. Profesyonel bakıp ihracat yapabileceğimi düşündüm. Makinalarım, düzenim her şeyim tamdı. Şirketleşmek için yani profesyonel adım için girişimci kadınlara yönelik proje iyi bir adım oldu, bana farklı şeyler kattı. Bunun yanında bir bankanın kadın girişimcilere yönelik bir eğitimi vardı. Kadına gerçekten bir şey katan harika bir eğitimdi o. İnsan kaynakları ve yönetim derslerine kadar birçok ders aldık.

Kadın girişimcilere yönelik destekler ve krediler hakkında ne düşünüyorsun?

İşimi büyütmek için nakde ihtiyaç duyduğum zamanlarda birçok desteği araştırdım. Sanırım art niyetli kişilerden kaynaklı fazla bir kısıtlama var bu konularda. Kendinin ve eşinin sosyal güvencesi olmazsa, şahsına kayıtlı malın mülkün olmazsa, sadece senin değil kocanın da olmazsa verilebilen krediler vardı. Karnını doyuramayan insan iş kurmaya cesaret edemez ki… Diğer seçeneklerde de paran ve işleyen düzenin varsa krediyi almak mantıklı oluyordu. Çünkü geriye ödediğin zaman düzenli ödeme yapman lazım. Eğer para akışında sıkıntı varsa bu krediler iyi değil. Kurumların oturmuş düzene sundukları destekler daha mantıklı gelmişti bana. Sıçrama noktasındaki desteğimi bu şekilde almadım ben… Sadece kendime ve işime güvenerek başladım.

Bu kurumlardan destek kredisi almadığına göre en çok merak edilen şey “nasıl başardığın” olacaktır sanıyorum.

Dükkanı tuttuğumda cebimde üç aylık elektrik ve kirayı karşılayacak param vardı. Yani sıfır sermaye! Cebimdeki bu parayla gidip babamla konuştum, ne yapayım diye… Babam bu parayı kaybedersem üzülüp üzülmeyeceğimi sordu. Bu iş için kaybedersem üzülmeyecektim. O zaman deneyip görmemi söyledi bana. En kötü ihtimalle denedim olmadı dersin, keşke deneseydim demek ömründe seni yiyecek en kötü şey olur, dedi. Başaracağıma inandığını ekledi. O konuşmadan sonra kimseye kulak asmadan dükkanı tuttum, adımlarımı attım.

Kostümlerini tasarlarken nelerden ilham alıyorsun? Bir tasarımı nasıl ortaya çıkarıyorsun?

Bana bunu hep soruyorlar ama doğrusu ben kafamın nasıl işlediğini bilmiyorum. Benden bir şey yapmamı istiyorlar, nasıl yapacağımı o an bilmiyorum ama yapacağımı biliyorum. Malzemelerin başına geçip nasıl yapacağımı düşünüyorum. Benden istenen şeyi elimdeki malzemelerle nasıl sorunsuz vücuda giydireceğimi düşünüyorum. Sanıyorum ben malzemeden ilham alıyorum.

Ödüllü birçok tasarımın var. En ilginç malzemelerle yaptıklarını düşünürsen hangileri aklına geliyor?

En iyi tasarım ödülünü alan saç aksesuarımı sütyenden yapmıştım. Yumuşatıcı kutusundan puf, kümes telinden saç aksesuarı ve takı yapmıştım. İşi ilk kurduğumda karton alacak param yoktu. Süt kutularını açıp yıkayıp onları karton olarak kullanıyordum. Onlardan envaiçeşit başlık yaptım mesela. Hırdavatçıya gidip hangi malzemeden ne yapabileceğimi düşünürüm. Kimse de ben malzemeyi söyleyene kadar onun neden yapıldığını anlamaz.

Müşterilerin sana güveniyorlar tabii ki; ancak ne çıkacağını ya da nasıl çıkacağını bilmemek onları tedirgin etmiyor mu?

Siz ne istiyorsanız yapabilirim, diyorum. Kağıda dökemiyorum bunu. Karşı taraftaki için çok da inandırıcılığı olmuyor belki. Ben çözüm odaklıyımdır. Mutlaka bir proje çıkar. Müşterilerim nasıl yapacağımı, neye para verdiklerini soruyorlar. Önce başına geçeyim de güzel bir şey çıkacak ama nasıl çıkacak ben de bilmiyorum, diyorum. Benim bu samimiyetim insanlara güven veriyor galiba.

Seni derneklerde ve sivil toplum kuruluşlarında da görüyoruz. Çalışmalarından bahseder misin biraz?

Dernekçiliği çok seviyorum. Göz önünde olmak, başkan olmak, yönetimde olmak gibi bir hırsım yok. Halen başkanı olduğum ancak fes etme aşamasında olduğumuz bir derneğimiz var: İzmirli Girişimci Kadınlar Derneği. Zamanında güzel işler, kampanyalar ve projeler ürettik. Dernek bir ekip işidir. Birtakım sorunlar sebebiyle biz bu işi iyi yürütemedik sonrasında. Dernek bana insan tanıma ve yönetim anlamında inanılmaz tecrübe kattı. Dernek sayesinde mahkemeye bile çıktım. İyi ki de olmuşum içinde.

İzmir’de kadın olmayı nasıl değerlendiriyorsun?

İzmir’de kadın olmak çok güzel… Kadınlar istediği gibi yaşayabiliyorlar. İzmir özgür bir şehir… yönetimsel sıkıntılar her zaman olabilir. Ancak başka bir yerde yaşamak istemezdim. İzmirli olmak ve İzmir’de yaşamaktan çok mutluyum. İzmir’de kendinin farkında olan kadın profili var. Güçlü ya da güçlü durmak isteyen kadınlar var. Bu bazen kadın hesaplaşmalarını doğuruyor sanıyorum. Çünkü kadında bir özgüven var ve öne çıkma isteği var. Tabii, özgüveni tam, bir şeyler başarmış, bir şeyler halletmiş kendiyle olan kavgasını halletmiş kadınlar da var.

İş dünyası açısından İzmir’i değerlendirmeni istesem…

İş anlamında İzmir çok zor bir şehir… Bir çalıştayda ünlü bir iş adamı şöyle demişti: İzmir’de ticaret yapıyorsanız ve bunu bir şekilde de olsa yapabiliyorsanız siz başarılısınız ve siz dünyanın her yerinde ticaret yapabilirsiniz. İzmir insanı zordur, keyfine düşkün, kaliteyi çok sever, kaliteyi ucuza değil bedavaya almak ister, demişti. Hakikaten böyle…

Kendi işini kurmak isteyen kadınlara ne önerirsin?

İşi bilmek, gece gündüz çalışmak, kendine inanmak… Sonrası bir şekilde çözülüyor.

Bundan sonraki planların ve hayallerin nasıl?

Ben işi daha çok sanatsal boyutuyla yapmak, deneyimlerimi paylaşmak, atölyeler vermek, işi öğretmek, istiyorum. Tutkuyla yaptığım işi yapıyorum çünkü. Ticaret boyutu yoruyor insanı. Yaratıcı kısmım tükensin istemiyorum. Tamamen bu işin keyfini çıkaracağım bir aşamaya geleyim; festivaller düzenleyeyim, kortejler düzenleyeyim, kuklalarım yürüsün istiyorum.

Bu işe başlarken hem sanatçı hem iş kadını olma düşüncem vardı. Ben sanatçı kısmıyla ilgileniyorum artık daha çok. Beni heyecanlandıran taraf o… Yan masada bir tiyatrocu olsun, bu tarafta bir yazar olsun, oturalım sohbet edelim. Hayat bir şekilde dönüyor işte, biz keyfini sürelim. Bizi besleyen de bu duygu. Birlikte konuştuğumuzda bir şeyler üretme isteği ortaya çıkıyor. Bu ortamı oluşturmalıyız İzmir’de. Bizim gibi insanlar olmalı. İzmir’de bu ortam oluşmalı…

* Bu Söyleşi İzmir Life Dergisi Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Yazı Çizi Çeki Atölyesi’nde Atölye ve Söyleşiler Başladı

Haziran ayının sonunda Yazı Çizi Çeki Atölyesi olarak eğitim, atölye ve söyleşilerimize başladık.

İlk eğitimimizi pazarlama iletişimcisi, eğitmen, yazar ve Harbi Yiyorum‘un yaratıcısı Salih Seçkin Sevinç ile birlikte düzenledik. İlki Mayıs 2016’da İstanbul’da düzenlenmiş olan Yeme-İçme Sektörüne Yönelik Doğru Sosyal Medya Kullanımı Eğitimi’ni bu kez İzmir’de sektör profesyonellerine verdik.

sosyal-medya-egitim-haziran-2016

Salih’in 2009 yılından bu yana aktif olarak yazmakta olduğu Harbi Yiyorum isimli blog, bugün benim de yazarları arasında bulunduğum, geniş kitlelere ulaşan bir yeme-içme kültürü sitesi haline geldi. Salih, buradaki deneyimlerini dijital dünyadaki bilgisiyle harmanlayarak keyifli bir eğitime imza attı.

Eğitim sonrasında İzmir Yakın Kitabevi’nde bir söyleşi planlamıştık. Böylece yazan, yazmayı önemseyen, yazmak isteyen kişilerle bir araya gelme fırsatımız oldu. Yazma serüvenlerimizden, yazının hayatımızdaki yerinden bahsettik.

salih-seckin-sevinc-soylesi

Görüyorum ki herkes yazı ve yazın ile farklı bir bağlantı kuruyor. Hepsinin temelinde ise samimiyet yatıyor. Başkasıyla olandan ziyade kendimize olan samimiyet…

Önümüzdeki dönemde de genel katılıma açık atölye ve seminerlerimiz olacak. Hem sevilen yazarlar bizimle olacaklar hem de çeşitli etkinlikler düzenleyeceğiz. Aynı zamanda kurumlara yönelik atölye çalışmalarımıza da başladık.

Bilgi ve iletişim için aşağıdaki mail adresinden bize ulaşabilirsiniz.

bilgi@yaziciziceki.com

 

Asuman Nardalı: İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum.

Hikayesi Türkiye’den dünyaya erişen, sektörüne öncülük etmiş, istihdam sağlamış, kendi deyimiyle “girişmiş” bir kadın. Yetmemiş kendisi gibi girişmiş kadınları da bir platform altında toplamış. İşine olan tutkusu, yeniliğe ve gelişime açıklığıyla fırsatların peşinden koşmayı çok iyi biliyor.

İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi, İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi Başkanı Asuman Nardalı, çalışkan, hedef odaklı, yılmayan, yorulmayan yapısıyla yeni projeler planlarken çevresine ilham olmaya devam ediyor.

asuman-nardali

Oyun yazarlığından bir güzellik markasına oradan da İzmir’in ilk estetik okuluna uzanan bir hikayeniz var. Başarı öykünüzü bir de sizin ağzınızdan dinlesek…

Oyun yazarlığı ve oyunculuk okumayı hedefliyordum. Ancak bu hedef, Christian Dior ile tanışmamla beraber yarı yolda kaldı. Böylece kozmetik dünyası ile tanıştım; satış, uzmanlık, bölge sorumluluğu derken Fransızlar’la iki sene çalıştım. Yüksek hedeflerle çalışıyordum. Türkiye’de satış rekoru kırmıştım. 1989 yılında oğlum dünyaya gelince kendi şirketimi kurdum.

Bir kozmetik okulu açmaya nasıl karar verdiniz?

Eğitimimi yurtdışında cilt bakımı ve estetik üzerine aldım. Türkiye’de eğitim eksikliğine bağlı personel problemi olduğunu gördüm. 1991 yılında da kozmetik okulumu kurup profesyonel uzman yetiştirmeye başladım.

Sonra da çok geniş bir kitleye ulaştınız ve sektördeki çok önemli bir eksiği kapattınız. Kozmetik okulunun kapsamı ve ulaştığınız kitleyi nasıl tanımlardınız?

Kozmetisyen, estetisyen, makyör, maköz, masör, masöz, lazer uzmanı yetiştiriyoruz. Mezunlarımız aynı zamanda 5 yıldızlı otellerin SPA’larında ve zincir mağazalarda eleman olarak çalışıyorlar.

25 senede 3000’in üzerinde uzman yetiştirdim. Amerika’dan Avusturalya’ya, Almanya’dan Ukrayna’ya kadar dünyanın her yerinde yetiştirdiğim uzmanlar var. Türkiye’de de 75’ten fazla ilde okulumuz mezunlarını bulmak mümkün. Sektörde kalabalık bir aileyiz.

Başarınızda en çok hangi kişisel özelliğinizin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Hedefe kilitleniyorum. İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum. Onu almadan asla vazgeçmiyorum. Evde anahtar unutsam geri dönmem, işte de hiç geri dönmüyorum. Onun için de başarı arkadan geldi bunca yıl… Umarım böyle de gider.

Bir de Kıbrıs tecrübeniz var.

İkinci oğlum dünyaya gelmeden önce 7 sene Kıbrıs Lefkoşe’ye gidip geldim. Orada da kozmetikte söz sahibi olduk, çok personel yetiştirdik, güzellik salonları, otellere SPA bölümleri kurduk. Bu mesleğin eğitim bakanlığınca kabul edilmesini sağladım, müfredat yazdım. Böylelikle Kıbrıs’ta estetisyenlik bir meslek olarak okullara girdi. Oğlum dünyaya gelince işimin Kıbrıs ayağını orada yetiştirdiğim öğrencilerime devrettim.

Eğitimin bu kadar içindeyken ithalat fikri nasıl oluştu?

Oluştu demekten çok zorunluluk haline geldi. Türkiye’de 25 sene önce ithalatçı firma yoktu. Internet sayfaları da olmadığı için cihazlarımızı ve ürünleri bulabilmek için ülke ülke tüm kozmetik fuarlarını dolaşıyorduk. Numuneleri alıp, deniyorduk. Son derece meşakkatli bir işti. Ürün ve cihaz eksiği nedeniyle güzellik merkezleri yenilik yapmakta zorlanıyordu. En iyilerini seçip Türkiye dağıtım haklarını alıp satışını yapmak bir ihtiyaç olmuştu.

Sektörde başka nasıl değişimlere öncülük ettiniz?

O zamanlar otellerin SPA bölümleri yoktu. Türk hamamı kurmak yeterli algılanıyordu ve ikisi birbirinden çok uzak uçlardı. SPA’nın ne olduğunu ve gelecekte SPA’sız otel olmayacağını anlattık. Öyle de oldu gerçekten… Günümüzde oteller SPA’sı ile yıldızını parlatır. Üstelik artık Türk hamamı ve SPA birbirinden ayrı değil, birlikte bir bütün haline geldi. Bu da getirdiğimiz yeniliklerden biridir.

Geçmiş dönemde İzmir Ticaret Odası’nın ilk kadın yönetim kurulu üyesiydiniz. İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliğini ve 2011’de kurulan İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi’nin de o zamandan bu yana başkanlığını yürütüyorsunuz. Kadınlar Konseyi fikri nasıl ortaya çıktı?

Konseyi çok severek kurdum, çok severek de yürütüyorum. Türkiye’de ve dünyada kadın sorunlarıyla ilgili çok sivil toplum kuruluşu var. Ancak bunların hemen hemen hepsi zor durumdaki kadınlara yönelik çalışmalar yapıyor. Ben kadının gücünü başka bir yönden ele almak istedim. Ayakları üzerinde duran kadının da desteğe ihtiyacı olduğunu, güçlü kadını daha da güçlü yapmak için birilerinin çalışması gerektiğini düşündüm.

Beş sene içinde konseyde 70 kişiden 1000’i aşkın üyeye ulaştınız. Büyüme stratejiniz ve planınız nedir?

Evet, Türkiye genelinde bini aşkın kişiye ulaştık. İzmir Ticaret Odası’na kayıtlı 354 üyemiz var. İkinci projem olan 81 İl 81 Topuk ile 1384 kişi olduk. Artık her ilde bir sorumlumuz var, teşkilatlarımız oluştu. Yeni yıl ile birlikte yurt dışındaki arkadaşlarımız da giriş yapıyor.

Kadının düşmanı kadındır algısını yıktık. Konseyde tüm egolarımızı dışarıda bırakıp sevgimiz, bilgimiz ve birikimimizle yer alıyoruz. Birbirimizle yarışmıyoruz. Herkes de bu bilince sahip çıkınca konseyimiz büyüdü. Daha da önemlisi artık oturdu.

Konseyde kadınlar ne buldu?

Bizler kalabalıklar içinde yalnız kalabiliyoruz. Konseyde kadınlar güç buldu. Kendi gibi olan kadınları buldu. Aralarından dost ve iş arkadaşı seçme şansı buldu. Artık her üyenin Kemeraltı’ndan Van’a kadar her yerde kahve içeceği ticaret arkadaşları var. Buna servet harcasa ulaşamazdı kimse. Bu maya tuttu. Bunun zevki de benim hazinem oldu. Birbirimizi severek projelere devam ediyoruz.

Gambiya Fahri Konsolosusunuz aynı zamanda. Bu süreç nasıl gelişti?

Afrika kıtasına uzun yıllardır çok önem veriyordum. Yeraltı zenginlikleri bitirilmemiş, insan gücü henüz işlenmemiş, çok kullanılmamış bir yer olduğu için üçüncü bin yılın kıtasının Afrika olacağını düşünüyordum. Bu nedenle, daha konsey ortada yokken, kadın kuruluşlarıyla bağlantı kurdum, onlarla Afrika’da buluştum. Konseyi kurunca da onlarla birleştirdim. EXPO’da Afrika delegesi olduğum sırada Afrika ülkelerinin üst düzey bürokratlarıyla paylaşımlarda bulundum. Birçoğundan İzmir Fahri Konsolosluğu teklifi geldi aslında. Ancak tesadüfi gelişen bir toplantıda, Gambia’nın uygar ve sıcak insanlarının da etkisiyle onların İzmir Fahri Konsolosu olmaya karar verdim. İki yıldır da yapıyorum.

Kadınların iş dünyasına getirdiği farklı bakış açısı nedir?

Kadın üretken bir varlık. Aynı zamanda bir işe baktığında sadece sorumlu olduğu bölümü değil, bütün işi ele alır. Kadın aynı zamanda sağduyulu ve anaçtır. Güvenilir ticaret yapması da ayrıca önemlidir.

Kadınlar Konseyi gibi kadın topluluklarının iş dünyasına ve iş dünyasındaki kadınlara katkısı nedir?

Bu gibi topluluklar kadınlara sadece maddi değil, manevi katkı da sağlıyor. Kadın kendini daha güçlü hissediyor. Tabii ki kadınlar sadece iş dünyasında değil her yerde daha etkili olmalı. Kadına şiddet, fiziksel veya psikolojik, maalesef bu toplumun doğal yaşam akışı içinde olan bir şey… Bu nedenle kadının hemcinsi olan kadından güç bulmasını önemsiyorum.

İşsizlik oranları iki haneli rakamlara ulaştı ve İzmir işsizlikte Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Ve çözümün ne olabileceğini düşünüyorsunuz?

İzmir’de işsizlik, tabii ki, Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Öncelikle İzmir ödediği vergi payından hak ettiğinin çok azını geri alıyor. Ayrıca yatırımcı için cazip bir ortam sunamıyoruz. Dolayısıyla yatırımdan payımızı alamıyoruz. Yatırımcı gelmezse, istihdam da artmıyor. Ancak göç artıyor. Üstelik işsiz olan göç ediyor. Bu gibi nedenlerden sanıyorum İzmir’de işsizliği önümüzdeki dönemlerde de yaşayacağız.

Son olarak, sizin deyiminizle “girişmiş” kadınlara vereceğiniz en önemli üç tavsiye ne olurdu?

Girişmiş kadınlar zaten girişimci kadınlardır. Sadece bu işin başında değil, biraz daha ilerisindeler. Bu nedenle onlara iş ve güç birliği öneriyorum. Her zaman aynı sektörde olmalarına gerek yok, farklı sektörlerden iş kadınları da birbirine yatırım veya destek sağlayabilir.

Ayrıca girişmiş kadınlar birbirinden alışveriş etmelidir. İki çorap alıyorsa birini bir kadın girişimciden almalıdır.

(Bu söyleşi İzmir Life dergisi Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.)