Bir Yeniçeri Masalı – Hamit Çağlar Özdağ

Hamit Çağlar Özdağ’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı Bir Yeniçeri Masalı hakkında Gazete Duvar’da yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Viyana Yollarında Bir Hatun Yeniçeri

“Özdağ, eril dilin kadına hâkim olduğu metinler içinden kendini ayırmayı başarıyor, üstelik erkekler arasında büyümüş bir kadına biçilmiş bu dili hınzır bir mizahla yumuşatıyor.”

 

Ferhat Uludere ile “Aristoteles’ten Borges’e Bir Öykü Yazmak” İzmir’deydi…

Yazı Çizi Çeki Atölyesi olarak edebiyat atölyelerimizin ilkini 17-18 Aralık’ta sevgili Ferhat Uludere ile İzmir’de gerçekleştirdik. “Aristoteles’ten Borges’e Bir Öykü Yazmak” adındaki atölyemizde eserler ve örnekler üzerinden yazının matematiği üzerine konuştuk, çeşitli yazma alıştırmaları yaptık.

Katılımcılarımız arasında yazan kişiler olduğu kadar yazıya hiç bu açıdan bakmamış kişiler de vardı. Aynı zamanda iyi bir okur olma yönünde de önemli bir adım olduğunu düşündüğümüz bu atölyede aldığımız geribildirimler bizi çok mutlu etti.

Hepimiz her gün hikayeler anlatıyoruz. Ferhat, hayata geçirdiği öykü atölyeleri ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi‘ndeki deneyimlerini, bilgi birikimi ve gündelik hayatla harmanlayarak İzmir’in soğuğunda ve gündemin yoğunluğunda çok keyifli iki gün yaşattı bize…

Atölyemizin bir diğer konuğu da Aydın’dan gelip bizi yalnız bırakmayan Onur Akbudak idi. Onur’u çeşitli edebiyat dergilerinden ve çok yazarlı öykü kitaplarından tanıyorsunuz. İlk öykü kitabının önümüzdeki aylarda yayımlanacağının güzel haberini de bu vesileyle vermiş olayım…

img_4133

Arzu Şimşek: Malzemeden İlham Alıyorum…

Arzu Şimşek sanatçı ve iş kadını olmak için çıktığı yolda emin adımlarla ilerlerken Alsancak’taki atölyesinde kostümler dikiyor, kuklalar yapıyor. Enerjik, kendisiyle barışık, özgür bir ruh ve işine aşık bir kadın. Kendisiyle atölyesindeki kuklaların, şapkaların ve kostümlerin arasında, bankacılıktan sanatçı kimliğine, işini kurma aşamalarından İzmir’de kadın olmaya ve hayallerimize uzanan keyifli bir sohbet ettik.

arzu-simsek

Şu an karşımda yaratıcılığıyla sınır tanımayacağını bildiğim biri oturuyor. Ancak bankacılıkla başlamış iş hayatın… Nasıl oldu bu yanılsama?

Rahmetli babam beni küçüklüğümden beri “ressam kızım” diye severdi aslında. Ancak anne ve babanın gelecek kaygısı oluyor. Güzel Sanatlar Fakültesinde aç kalırım diye oraya göndermeyip Ticaret Lisesine gönderdiler beni. Ben de ikinci bir mesleğim olur diye kabul ettim.

İkinci meslek olmak için zor bir bölüm olsa gerek…

Benimle bankanın, muhasebenin ne alakası var. (Gülüyor) Eğlenceli bir lise hayatım oldu, gerisi de çok umurumda değil doğrusu. Derslerde güler, yakalanırdım. Çok tatlı bir hocamız vardı. Beni kaldırır ne anlattığını sorardı. Ben de “Bilmiyorum Hocam, çalışmadım” derdim. Ne bildiğimi sorardı. “Faturayı biliyorum” derdim. “Onu anlat o zaman” derdi; anlatırdım. Her seferinde böyle olurdu. “İyi bari sana bir konuyu öğretmişiz” diyordu.

Nasıl mezun oldun peki?

Lise sondayım, baktım ki mezun olamayacağım. Hocama mezun olmak için ne yapmam gerektiğini sordum. Ya teşekkür ya takdir almam gerektiğini söyledi. Pek tabii, mezun olacağıma hiç inanmadı. Bir hesap yaptım, teşekkür almam yetiyordu. Çalıştım, teşekkürü kaptım. Bir hafta sonra diplomamı almaya gittim, vermiyorlar. Eksik kredi vermişler bana. Takdir almam gerekiyormuş. Üniversitenin ilk basamağını kazanmış olsaydın yaz okulunda tamamlardın, dediler. Kazandım, dedim. O ince kağıttan geldi mi eve, dediler. O kadar bihaberim ki okuldan, kimse üniversiteyi kazanmış olabileceğime inanmıyor! O yaz mezun oldum.

Güzel Sanatları neden yeniden denemedin?

Güzel Sanatlara gitmek için yeniden babamla konuştuk. İstemedi. Okumuyorum o zaman, dedim. Şimdiki aklım olsa Güzel Sanatlarda diretirdim ve okurdum.

Tekstil hayatın nasıl başladı?

Babam beni bankacı yapmak istediği için bir bankada staj yapmaya başladım. Banka beni işe almak istedi, istemedim. Bir turizm şirketine santral elemanı olarak girdim. Birkaç ay çalıştıktan sonra beni finans bölümüne aldılar. Finans istemiyorum, beni illa finansçı yapacaklar. Oradan çıkıp Tekstil Araştırma Geliştirme Vakfı’nın kalıpçılık kursuna burslu olarak katıldım. Stilistlik kursunu bitirdim. Vakıf aracılığıyla bir iş bulup çalışmaya başladım.

Ancak tekstil firmalarında devam etmedin…

İhracat firmalarında yardımcı kalıpçılık ve kalıpçılık yaptım. En son firmamda artık koleksiyon hazırlıyordum. Stilistlik yapıyorum ama mutsuzum. Trendlere bağlı kalman, o yılın modasını, rengini düşünmen, firmanın isteklerini yerine getirmen gerekiyor. Maliyetler işin içine girince kumaş seçeneğin sınırlanıyor. Koleksiyonunu beğendirmek gerekiyor. Hayal gücünü baltalayan birçok şey var. Beni mutsuz edenin bunlara bağlı olarak üretim yapmak olduğunu o zaman anlamamıştım.

Seni mutlu ve mutsuz edenin ayırdına nasıl vardın?

Evlenmiştim. Hamile olduğumu öğrenince işe bir süre ara verdim. Oğlum üç yaşına gelene kadar çalışmadım. Ama evde hiç boş durmadım. Takılar yapıp satıyordum. Özgürce üretmeyi seviyordum. Bir gün oğluma televizyonda çizgi film ararken Derya Baykal’ın anonsunu gördüm. Örgü, takı ve saç aksesuarı dallarında yapılacak bir yarışma anonsu… Katılmayı düşünüp sonrasında unuttum. Bir hafta sonra yine oğluma çizgi film ararken aynı yerde aynı anonsu gördüm. Burada ilahi bir mesaj olduğunu hep düşünürüm. Sana bir şey olacaksa oluyor işte.

Derya Baykal’ın programı hayatının dönüm noktalarından biri… Nasıl gelişti bu süreç?

Aklıma bir fikir geldi. Alüminyum şofben borusundan bir saç aksesuarı yapmaya karar verdim. Eşimi arayıp bana bir metre şofben borusu almasını istedim, bir şey yapacağım! Akşam boruyu ayarladım ve kafama taktım. Eşime nasıl olduğunu sordum. Ne olduğunu sordu ama nasıl olduğu soruma çok da tatmin edici bir yanıt vermedi. Ben de yaptığım şeyi mutfakta tabakların arasına fırlattım attım. Birkaç hafta sonra annem geldi ve tabakların arasında bulduğu şey karşısında “Aaa Arzu, çok güzel bir şey bu… Ne bu?” dedi. Çok güzel ama bu ne? İstediğim tepki buydu işte. O akşam sabaha kadar çalıştım. Meğer o hafta katılım için son haftaymış. Derya Baykal’ın eline ulaşan son kolilerden benim saç aksesuarım çıkmış… Televizyonda tesadüfen yarışma birincisi olduğumu öğrendiğimde sevincimden ağladım. Benim saç aksesuarım elden ele geziyordu, çok heyecanlıydım, Türkiye genelinde bini aşkın ürün arasından benimki seçilmişti. O benim hayatımın dönüm noktası oldu. Sonrasında televizyon programları ve röportajlar geldi.

Atölyenin kurulumu nasıl oldu?

Yarışmadan kazandığım parayla makinelerimi aldım. Lohusalıktan çıkmış, özgüvenim düşükken ve çocuk büyütürken bu olay beni depresyonumdan kurtardı, tam anlamıyla kendime getirdi. Atölyem de evimde kurulmuş oldu.

Peki, takılar ve saç aksesuarları tasarlarken iş nasıl kostüm tasarlamaya dönüştü?

Oğlum üç yaşında okula başladı. Okul sahibinin yaptıklarımdan haberi oldu, kostümcüsüyle sorun yaşıyormuş, okulun kostümlerini bana yaptırdı. Yapmaya başlayınca yapmak istediğim asıl işi buldum. Çünkü benim hayal gücüm masalsıdır, fantastiktir. Sınırlamaya gelemem. Kostümdeyse sınırsız malzeme kullanabilirim. Beni kısıtlayan hiçbir şey yok! Yılsonu gösterisinde kostümler çok beğenilince üç okula daha iş yapmaya başladım. Oradan da iş büyüdü.

Sanayi Odasının projesinin işini büyütmene katkısı nasıl oldu?

İş büyüyünce evden çıkmam ve bir atölye kurmam gerekti. Profesyonel bakıp ihracat yapabileceğimi düşündüm. Makinalarım, düzenim her şeyim tamdı. Şirketleşmek için yani profesyonel adım için girişimci kadınlara yönelik proje iyi bir adım oldu, bana farklı şeyler kattı. Bunun yanında bir bankanın kadın girişimcilere yönelik bir eğitimi vardı. Kadına gerçekten bir şey katan harika bir eğitimdi o. İnsan kaynakları ve yönetim derslerine kadar birçok ders aldık.

Kadın girişimcilere yönelik destekler ve krediler hakkında ne düşünüyorsun?

İşimi büyütmek için nakde ihtiyaç duyduğum zamanlarda birçok desteği araştırdım. Sanırım art niyetli kişilerden kaynaklı fazla bir kısıtlama var bu konularda. Kendinin ve eşinin sosyal güvencesi olmazsa, şahsına kayıtlı malın mülkün olmazsa, sadece senin değil kocanın da olmazsa verilebilen krediler vardı. Karnını doyuramayan insan iş kurmaya cesaret edemez ki… Diğer seçeneklerde de paran ve işleyen düzenin varsa krediyi almak mantıklı oluyordu. Çünkü geriye ödediğin zaman düzenli ödeme yapman lazım. Eğer para akışında sıkıntı varsa bu krediler iyi değil. Kurumların oturmuş düzene sundukları destekler daha mantıklı gelmişti bana. Sıçrama noktasındaki desteğimi bu şekilde almadım ben… Sadece kendime ve işime güvenerek başladım.

Bu kurumlardan destek kredisi almadığına göre en çok merak edilen şey “nasıl başardığın” olacaktır sanıyorum.

Dükkanı tuttuğumda cebimde üç aylık elektrik ve kirayı karşılayacak param vardı. Yani sıfır sermaye! Cebimdeki bu parayla gidip babamla konuştum, ne yapayım diye… Babam bu parayı kaybedersem üzülüp üzülmeyeceğimi sordu. Bu iş için kaybedersem üzülmeyecektim. O zaman deneyip görmemi söyledi bana. En kötü ihtimalle denedim olmadı dersin, keşke deneseydim demek ömründe seni yiyecek en kötü şey olur, dedi. Başaracağıma inandığını ekledi. O konuşmadan sonra kimseye kulak asmadan dükkanı tuttum, adımlarımı attım.

Kostümlerini tasarlarken nelerden ilham alıyorsun? Bir tasarımı nasıl ortaya çıkarıyorsun?

Bana bunu hep soruyorlar ama doğrusu ben kafamın nasıl işlediğini bilmiyorum. Benden bir şey yapmamı istiyorlar, nasıl yapacağımı o an bilmiyorum ama yapacağımı biliyorum. Malzemelerin başına geçip nasıl yapacağımı düşünüyorum. Benden istenen şeyi elimdeki malzemelerle nasıl sorunsuz vücuda giydireceğimi düşünüyorum. Sanıyorum ben malzemeden ilham alıyorum.

Ödüllü birçok tasarımın var. En ilginç malzemelerle yaptıklarını düşünürsen hangileri aklına geliyor?

En iyi tasarım ödülünü alan saç aksesuarımı sütyenden yapmıştım. Yumuşatıcı kutusundan puf, kümes telinden saç aksesuarı ve takı yapmıştım. İşi ilk kurduğumda karton alacak param yoktu. Süt kutularını açıp yıkayıp onları karton olarak kullanıyordum. Onlardan envaiçeşit başlık yaptım mesela. Hırdavatçıya gidip hangi malzemeden ne yapabileceğimi düşünürüm. Kimse de ben malzemeyi söyleyene kadar onun neden yapıldığını anlamaz.

Müşterilerin sana güveniyorlar tabii ki; ancak ne çıkacağını ya da nasıl çıkacağını bilmemek onları tedirgin etmiyor mu?

Siz ne istiyorsanız yapabilirim, diyorum. Kağıda dökemiyorum bunu. Karşı taraftaki için çok da inandırıcılığı olmuyor belki. Ben çözüm odaklıyımdır. Mutlaka bir proje çıkar. Müşterilerim nasıl yapacağımı, neye para verdiklerini soruyorlar. Önce başına geçeyim de güzel bir şey çıkacak ama nasıl çıkacak ben de bilmiyorum, diyorum. Benim bu samimiyetim insanlara güven veriyor galiba.

Seni derneklerde ve sivil toplum kuruluşlarında da görüyoruz. Çalışmalarından bahseder misin biraz?

Dernekçiliği çok seviyorum. Göz önünde olmak, başkan olmak, yönetimde olmak gibi bir hırsım yok. Halen başkanı olduğum ancak fes etme aşamasında olduğumuz bir derneğimiz var: İzmirli Girişimci Kadınlar Derneği. Zamanında güzel işler, kampanyalar ve projeler ürettik. Dernek bir ekip işidir. Birtakım sorunlar sebebiyle biz bu işi iyi yürütemedik sonrasında. Dernek bana insan tanıma ve yönetim anlamında inanılmaz tecrübe kattı. Dernek sayesinde mahkemeye bile çıktım. İyi ki de olmuşum içinde.

İzmir’de kadın olmayı nasıl değerlendiriyorsun?

İzmir’de kadın olmak çok güzel… Kadınlar istediği gibi yaşayabiliyorlar. İzmir özgür bir şehir… yönetimsel sıkıntılar her zaman olabilir. Ancak başka bir yerde yaşamak istemezdim. İzmirli olmak ve İzmir’de yaşamaktan çok mutluyum. İzmir’de kendinin farkında olan kadın profili var. Güçlü ya da güçlü durmak isteyen kadınlar var. Bu bazen kadın hesaplaşmalarını doğuruyor sanıyorum. Çünkü kadında bir özgüven var ve öne çıkma isteği var. Tabii, özgüveni tam, bir şeyler başarmış, bir şeyler halletmiş kendiyle olan kavgasını halletmiş kadınlar da var.

İş dünyası açısından İzmir’i değerlendirmeni istesem…

İş anlamında İzmir çok zor bir şehir… Bir çalıştayda ünlü bir iş adamı şöyle demişti: İzmir’de ticaret yapıyorsanız ve bunu bir şekilde de olsa yapabiliyorsanız siz başarılısınız ve siz dünyanın her yerinde ticaret yapabilirsiniz. İzmir insanı zordur, keyfine düşkün, kaliteyi çok sever, kaliteyi ucuza değil bedavaya almak ister, demişti. Hakikaten böyle…

Kendi işini kurmak isteyen kadınlara ne önerirsin?

İşi bilmek, gece gündüz çalışmak, kendine inanmak… Sonrası bir şekilde çözülüyor.

Bundan sonraki planların ve hayallerin nasıl?

Ben işi daha çok sanatsal boyutuyla yapmak, deneyimlerimi paylaşmak, atölyeler vermek, işi öğretmek, istiyorum. Tutkuyla yaptığım işi yapıyorum çünkü. Ticaret boyutu yoruyor insanı. Yaratıcı kısmım tükensin istemiyorum. Tamamen bu işin keyfini çıkaracağım bir aşamaya geleyim; festivaller düzenleyeyim, kortejler düzenleyeyim, kuklalarım yürüsün istiyorum.

Bu işe başlarken hem sanatçı hem iş kadını olma düşüncem vardı. Ben sanatçı kısmıyla ilgileniyorum artık daha çok. Beni heyecanlandıran taraf o… Yan masada bir tiyatrocu olsun, bu tarafta bir yazar olsun, oturalım sohbet edelim. Hayat bir şekilde dönüyor işte, biz keyfini sürelim. Bizi besleyen de bu duygu. Birlikte konuştuğumuzda bir şeyler üretme isteği ortaya çıkıyor. Bu ortamı oluşturmalıyız İzmir’de. Bizim gibi insanlar olmalı. İzmir’de bu ortam oluşmalı…

* Bu Söyleşi İzmir Life Dergisi Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Yazı Çizi Çeki Atölyesi’nde Atölye ve Söyleşiler Başladı

Haziran ayının sonunda Yazı Çizi Çeki Atölyesi olarak eğitim, atölye ve söyleşilerimize başladık.

İlk eğitimimizi pazarlama iletişimcisi, eğitmen, yazar ve Harbi Yiyorum‘un yaratıcısı Salih Seçkin Sevinç ile birlikte düzenledik. İlki Mayıs 2016’da İstanbul’da düzenlenmiş olan Yeme-İçme Sektörüne Yönelik Doğru Sosyal Medya Kullanımı Eğitimi’ni bu kez İzmir’de sektör profesyonellerine verdik.

sosyal-medya-egitim-haziran-2016

Salih’in 2009 yılından bu yana aktif olarak yazmakta olduğu Harbi Yiyorum isimli blog, bugün benim de yazarları arasında bulunduğum, geniş kitlelere ulaşan bir yeme-içme kültürü sitesi haline geldi. Salih, buradaki deneyimlerini dijital dünyadaki bilgisiyle harmanlayarak keyifli bir eğitime imza attı.

Eğitim sonrasında İzmir Yakın Kitabevi’nde bir söyleşi planlamıştık. Böylece yazan, yazmayı önemseyen, yazmak isteyen kişilerle bir araya gelme fırsatımız oldu. Yazma serüvenlerimizden, yazının hayatımızdaki yerinden bahsettik.

salih-seckin-sevinc-soylesi

Görüyorum ki herkes yazı ve yazın ile farklı bir bağlantı kuruyor. Hepsinin temelinde ise samimiyet yatıyor. Başkasıyla olandan ziyade kendimize olan samimiyet…

Önümüzdeki dönemde de genel katılıma açık atölye ve seminerlerimiz olacak. Hem sevilen yazarlar bizimle olacaklar hem de çeşitli etkinlikler düzenleyeceğiz. Aynı zamanda kurumlara yönelik atölye çalışmalarımıza da başladık.

Bilgi ve iletişim için aşağıdaki mail adresinden bize ulaşabilirsiniz.

bilgi@yaziciziceki.com

 

Asuman Nardalı: İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum.

Hikayesi Türkiye’den dünyaya erişen, sektörüne öncülük etmiş, istihdam sağlamış, kendi deyimiyle “girişmiş” bir kadın. Yetmemiş kendisi gibi girişmiş kadınları da bir platform altında toplamış. İşine olan tutkusu, yeniliğe ve gelişime açıklığıyla fırsatların peşinden koşmayı çok iyi biliyor.

İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi, İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi Başkanı Asuman Nardalı, çalışkan, hedef odaklı, yılmayan, yorulmayan yapısıyla yeni projeler planlarken çevresine ilham olmaya devam ediyor.

asuman-nardali

Oyun yazarlığından bir güzellik markasına oradan da İzmir’in ilk estetik okuluna uzanan bir hikayeniz var. Başarı öykünüzü bir de sizin ağzınızdan dinlesek…

Oyun yazarlığı ve oyunculuk okumayı hedefliyordum. Ancak bu hedef, Christian Dior ile tanışmamla beraber yarı yolda kaldı. Böylece kozmetik dünyası ile tanıştım; satış, uzmanlık, bölge sorumluluğu derken Fransızlar’la iki sene çalıştım. Yüksek hedeflerle çalışıyordum. Türkiye’de satış rekoru kırmıştım. 1989 yılında oğlum dünyaya gelince kendi şirketimi kurdum.

Bir kozmetik okulu açmaya nasıl karar verdiniz?

Eğitimimi yurtdışında cilt bakımı ve estetik üzerine aldım. Türkiye’de eğitim eksikliğine bağlı personel problemi olduğunu gördüm. 1991 yılında da kozmetik okulumu kurup profesyonel uzman yetiştirmeye başladım.

Sonra da çok geniş bir kitleye ulaştınız ve sektördeki çok önemli bir eksiği kapattınız. Kozmetik okulunun kapsamı ve ulaştığınız kitleyi nasıl tanımlardınız?

Kozmetisyen, estetisyen, makyör, maköz, masör, masöz, lazer uzmanı yetiştiriyoruz. Mezunlarımız aynı zamanda 5 yıldızlı otellerin SPA’larında ve zincir mağazalarda eleman olarak çalışıyorlar.

25 senede 3000’in üzerinde uzman yetiştirdim. Amerika’dan Avusturalya’ya, Almanya’dan Ukrayna’ya kadar dünyanın her yerinde yetiştirdiğim uzmanlar var. Türkiye’de de 75’ten fazla ilde okulumuz mezunlarını bulmak mümkün. Sektörde kalabalık bir aileyiz.

Başarınızda en çok hangi kişisel özelliğinizin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Hedefe kilitleniyorum. İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum. Onu almadan asla vazgeçmiyorum. Evde anahtar unutsam geri dönmem, işte de hiç geri dönmüyorum. Onun için de başarı arkadan geldi bunca yıl… Umarım böyle de gider.

Bir de Kıbrıs tecrübeniz var.

İkinci oğlum dünyaya gelmeden önce 7 sene Kıbrıs Lefkoşe’ye gidip geldim. Orada da kozmetikte söz sahibi olduk, çok personel yetiştirdik, güzellik salonları, otellere SPA bölümleri kurduk. Bu mesleğin eğitim bakanlığınca kabul edilmesini sağladım, müfredat yazdım. Böylelikle Kıbrıs’ta estetisyenlik bir meslek olarak okullara girdi. Oğlum dünyaya gelince işimin Kıbrıs ayağını orada yetiştirdiğim öğrencilerime devrettim.

Eğitimin bu kadar içindeyken ithalat fikri nasıl oluştu?

Oluştu demekten çok zorunluluk haline geldi. Türkiye’de 25 sene önce ithalatçı firma yoktu. Internet sayfaları da olmadığı için cihazlarımızı ve ürünleri bulabilmek için ülke ülke tüm kozmetik fuarlarını dolaşıyorduk. Numuneleri alıp, deniyorduk. Son derece meşakkatli bir işti. Ürün ve cihaz eksiği nedeniyle güzellik merkezleri yenilik yapmakta zorlanıyordu. En iyilerini seçip Türkiye dağıtım haklarını alıp satışını yapmak bir ihtiyaç olmuştu.

Sektörde başka nasıl değişimlere öncülük ettiniz?

O zamanlar otellerin SPA bölümleri yoktu. Türk hamamı kurmak yeterli algılanıyordu ve ikisi birbirinden çok uzak uçlardı. SPA’nın ne olduğunu ve gelecekte SPA’sız otel olmayacağını anlattık. Öyle de oldu gerçekten… Günümüzde oteller SPA’sı ile yıldızını parlatır. Üstelik artık Türk hamamı ve SPA birbirinden ayrı değil, birlikte bir bütün haline geldi. Bu da getirdiğimiz yeniliklerden biridir.

Geçmiş dönemde İzmir Ticaret Odası’nın ilk kadın yönetim kurulu üyesiydiniz. İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliğini ve 2011’de kurulan İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi’nin de o zamandan bu yana başkanlığını yürütüyorsunuz. Kadınlar Konseyi fikri nasıl ortaya çıktı?

Konseyi çok severek kurdum, çok severek de yürütüyorum. Türkiye’de ve dünyada kadın sorunlarıyla ilgili çok sivil toplum kuruluşu var. Ancak bunların hemen hemen hepsi zor durumdaki kadınlara yönelik çalışmalar yapıyor. Ben kadının gücünü başka bir yönden ele almak istedim. Ayakları üzerinde duran kadının da desteğe ihtiyacı olduğunu, güçlü kadını daha da güçlü yapmak için birilerinin çalışması gerektiğini düşündüm.

Beş sene içinde konseyde 70 kişiden 1000’i aşkın üyeye ulaştınız. Büyüme stratejiniz ve planınız nedir?

Evet, Türkiye genelinde bini aşkın kişiye ulaştık. İzmir Ticaret Odası’na kayıtlı 354 üyemiz var. İkinci projem olan 81 İl 81 Topuk ile 1384 kişi olduk. Artık her ilde bir sorumlumuz var, teşkilatlarımız oluştu. Yeni yıl ile birlikte yurt dışındaki arkadaşlarımız da giriş yapıyor.

Kadının düşmanı kadındır algısını yıktık. Konseyde tüm egolarımızı dışarıda bırakıp sevgimiz, bilgimiz ve birikimimizle yer alıyoruz. Birbirimizle yarışmıyoruz. Herkes de bu bilince sahip çıkınca konseyimiz büyüdü. Daha da önemlisi artık oturdu.

Konseyde kadınlar ne buldu?

Bizler kalabalıklar içinde yalnız kalabiliyoruz. Konseyde kadınlar güç buldu. Kendi gibi olan kadınları buldu. Aralarından dost ve iş arkadaşı seçme şansı buldu. Artık her üyenin Kemeraltı’ndan Van’a kadar her yerde kahve içeceği ticaret arkadaşları var. Buna servet harcasa ulaşamazdı kimse. Bu maya tuttu. Bunun zevki de benim hazinem oldu. Birbirimizi severek projelere devam ediyoruz.

Gambiya Fahri Konsolosusunuz aynı zamanda. Bu süreç nasıl gelişti?

Afrika kıtasına uzun yıllardır çok önem veriyordum. Yeraltı zenginlikleri bitirilmemiş, insan gücü henüz işlenmemiş, çok kullanılmamış bir yer olduğu için üçüncü bin yılın kıtasının Afrika olacağını düşünüyordum. Bu nedenle, daha konsey ortada yokken, kadın kuruluşlarıyla bağlantı kurdum, onlarla Afrika’da buluştum. Konseyi kurunca da onlarla birleştirdim. EXPO’da Afrika delegesi olduğum sırada Afrika ülkelerinin üst düzey bürokratlarıyla paylaşımlarda bulundum. Birçoğundan İzmir Fahri Konsolosluğu teklifi geldi aslında. Ancak tesadüfi gelişen bir toplantıda, Gambia’nın uygar ve sıcak insanlarının da etkisiyle onların İzmir Fahri Konsolosu olmaya karar verdim. İki yıldır da yapıyorum.

Kadınların iş dünyasına getirdiği farklı bakış açısı nedir?

Kadın üretken bir varlık. Aynı zamanda bir işe baktığında sadece sorumlu olduğu bölümü değil, bütün işi ele alır. Kadın aynı zamanda sağduyulu ve anaçtır. Güvenilir ticaret yapması da ayrıca önemlidir.

Kadınlar Konseyi gibi kadın topluluklarının iş dünyasına ve iş dünyasındaki kadınlara katkısı nedir?

Bu gibi topluluklar kadınlara sadece maddi değil, manevi katkı da sağlıyor. Kadın kendini daha güçlü hissediyor. Tabii ki kadınlar sadece iş dünyasında değil her yerde daha etkili olmalı. Kadına şiddet, fiziksel veya psikolojik, maalesef bu toplumun doğal yaşam akışı içinde olan bir şey… Bu nedenle kadının hemcinsi olan kadından güç bulmasını önemsiyorum.

İşsizlik oranları iki haneli rakamlara ulaştı ve İzmir işsizlikte Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Ve çözümün ne olabileceğini düşünüyorsunuz?

İzmir’de işsizlik, tabii ki, Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Öncelikle İzmir ödediği vergi payından hak ettiğinin çok azını geri alıyor. Ayrıca yatırımcı için cazip bir ortam sunamıyoruz. Dolayısıyla yatırımdan payımızı alamıyoruz. Yatırımcı gelmezse, istihdam da artmıyor. Ancak göç artıyor. Üstelik işsiz olan göç ediyor. Bu gibi nedenlerden sanıyorum İzmir’de işsizliği önümüzdeki dönemlerde de yaşayacağız.

Son olarak, sizin deyiminizle “girişmiş” kadınlara vereceğiniz en önemli üç tavsiye ne olurdu?

Girişmiş kadınlar zaten girişimci kadınlardır. Sadece bu işin başında değil, biraz daha ilerisindeler. Bu nedenle onlara iş ve güç birliği öneriyorum. Her zaman aynı sektörde olmalarına gerek yok, farklı sektörlerden iş kadınları da birbirine yatırım veya destek sağlayabilir.

Ayrıca girişmiş kadınlar birbirinden alışveriş etmelidir. İki çorap alıyorsa birini bir kadın girişimciden almalıdır.

(Bu söyleşi İzmir Life dergisi Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Ferhat Uludere: İyi ki ‘Sayıklamalar’ Var!

Sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla bir dünya kurarız kendimize. Elde etmek istediklerimizi düşünmezsek kurduğumuz dünya ne çok sıkıcıdır ne de çok eğlenceli. Ancak ne zaman farklı bir şeyi arzulasak kurduğumuz bu dünya yıkılır. Kalmakla gitmek, vazgeçmekle savaşmak arasında çetin sınavlar verilir. Seçiminizi mücadeleden yana yaparsanız eski sakin düzene özlem kaçınılmazdır. Ferhat Uludere 13 yıl sonra yeniden yayınlanan ilk kitabı Sayıklamalar’da kasabasından İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’a alışmaya çalışırken kasabasını özleyen bir gencin dünyasından öyküler anlatıyor bize.

21 öyküden oluşan kitap Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Öykülerin nesnelerden hayata uzanan dünyasında yalnızlık, beklemek, özlemek ve aidiyet yazarın kaleminden gerçeğe bürünüyor ve okura edebi bir haz sunuyor.

Ferhat Uludere ile Sayıklamalar’dan başlayıp hayata, kitaplarına, yazmaya ve edebiyata dair konuştuk.

IMG_1461 - Kopya

Sayıklamalar bir ilk kitap… Üstelik heyecanları, talihsizlikleri, yaşanmış ve yaşanamamış sevinçleri ile bir ilk kitap… Kendi deyişinizle bir gençlik çetelesi olan bu kitabı tekrar yayınlamaya nasıl karar verdiniz?

“Sayıklamalar” yayımlandığında 25 yaşımdaydım. 13 yıl sonra o günlere baktığımda 25 yaşın bir kitap yayımlamak için oldukça erken bir yaş olduğunu düşünüyordum. Bunun tabii ki birtakım nedenleri vardı ama bu düşüncemin en önemli sebebi kitabın kusurlu yayımlanmasıydı. Soruda dediğiniz gibi “yayınlanırken bir takım talihsizlikler” yaşamış bir kitap “Sayıklamalar”. Yayınevinin acemiliği yüzünden asgari özenin bile gösterilmediği bir kitap oldu. “Sayıklamalar” yayınevi için sadece hatalı bir üründü, ama o hatalı ürün benim ilk kitabımdı. İçindeki hatalar yüzünden “Sayıklamalar”la aram açıldı. İnsanın kendi kitabıyla arasının açılması cidden hoş bir şey değil. Bunun bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Bu duyguyu ne yayınevi sahipleri bilir, ne de editörler…

Uzun bir süre kitabı görmedim, görmek istemedim; samimiyetle söylüyorum “Sayıklamalar”ın ilk baskısı kütüphanemde yoktur.

Yitik Ülke Yayınları kitabı tekrar yayımlamak istediğinde Kadir Aydemir’in bu fikrine önce sıcak bakmamıştım. “Sayıklamalar” artık piyasada yoktu ve olmamasının daha iyi olacağını düşünüyordum. Ama Kadir ısrarcı olmaya başladığında en azından kitaba bir kez bakmak istedim. Sonra “Sayıklamalar”a haksızlık yaptığımı fark ettim. 13 yıl sonra okuduğumda kabahatin hikayelerde değil yayınevinde olduğunu anladım bir kez daha… Sonra yeniden yayımlamaya karar verdik.

Kitabın önsözünde ilk kitap heyecanınızı ve o zaman yaşadıklarınızı çok samimi bir dille anlatıyorsunuz. 13 sene sonra Sayıklamalar’ı tekrar elinize almak nasıl bir duygu?

Sunay Akın’la yıllar önce yaptığımız konuşmayı kitabın girişine iliştirmiştim. Kitabı görünce “ilk kitap heyecanını bir daha yaşayamayacaksın” demişti. Hakikaten de öyle oluyor. İlk kitap heyecanı bir daha yaşanmıyor. İlk kitabınız 13 yıl sonra yeniden yayımlansa bile aynı heyecan olmuyor. Çünkü siz de aynı kişi olmuyorsunuz. O öyküleri yazan çocukla aramda 14 ya da 15 ya da daha fazla yıl var. Onun yazdıklarına biraz ağabey şefkatiyle yaklaşıyorum artık, yaptığı hataların üzerinde çok durmuyor gülüp geçiyorum. “Sayıklamalar”ın heyecanını değil de bir dönem bu öyküleri yazmış olmanın keyfini yaşıyorum. Şimdi iyi ki de “Sayıklamalar” var diyorum. Çünkü 2002 yılındaki o kitap fuarında, o gün elinde ilk kitabıyla Attila İlhan’ın imza gününe giden ve ona kendi kitabını imzalayan çocuk çok mutluydu.

Kitabınızı rahmetli babaannenize ithaf etmişsiniz. Bir öykünüzde de babaannesini kaybetmiş bir yetişkinin üzüntüsünü ve babaannesiyle arasında kurduğu saf sevgi bağını işliyorsunuz. Babaannenizin hayatınızdaki ve bugünkü yazar kimliğinizdeki etkisi nedir?

Babaannem hakkında yazdığım ilk hikaye “Sayıklamalar”daki “Kibrit Kutuları” değil aslında. 90’lı yılların ikinci yarısında Lüleburgaz’da çıkardığımız fanzinlerden biri olan “Bi’ Şey”de yazdığım “Geriye” adlı bir öykünün başkahramanı da babaannemdi. Çocukluğumun büyük kısmını babaannesinin yanında geçirmiş biriyim, hatta ilk gençlik yıllarımın büyük bir bölümü de onunla geçti. Babaannesiyle yaşayan her çocuk gibi ben de birçok hikaye dinledim ondan; birçok dua öğrendim… Babaannem ve onu ziyarete gelen yaşıtlarından yorgunluğu, heyecanı, hayattan keyif almayı ve ne yazık ki ölümü her çocuktan önce öğrendim. Babaannem hakkında iki tane hikaye yazdım, ama onun bana kattığı şeyler yayımlanmış beş kitabımda anlattığımdan daha fazlaydı.

“Sayıklamalar”ın son baskısında hikayelerin yerleri yeniden düzenlenmiş. Bunu yaparken kitabın atmosferinde neyi değiştirmek istediniz?

Tüm hikayeleri okuduktan sonra sıralamanın böyle olması gerektiğini düşündük. Kitabın duygusunu, atmosferini ve söylemek istediğini en iyi yansıtan hikayeyi bulmak ve onunla başlamak gerekiyordu. Bir şey değiştirmedim aslında, olması gerekeni yapmaya çalıştım. Çünkü önceki yayınevi kitaptaki öyküleri alfabetik sıraya dizmekten başka bir şey yapmamıştı.

“Bu evde hatta bu hayatta var olan her şey bizlerin yaşamına etki eder, hatta yaşamlarımızı belirler.” cümlenizi kanıtlarcasına nesnelerden kurulu veya yolu çokça bu nesnelerden geçen hikayeler var kitabınızda… Nesneler bu kadar önemli mi hayatımızda?

Aslında sadece benim hayatımda değil hepimizin hayatında nesneler büyük bir yer tutuyor ve biz istesek de istemesek de hayatımızda bunların önemi büyük. Hatta öyle ya da böyle hepimizin hayatını nesneler belirliyor. Bazıları bunu “sahip olduklarının sonunda sana sahip olması” üzerinden tanımlıyor, bazıları üretim araçlarından dem vuruyor; ben ise en saf haliyle ele alıyorum. Halıfleks döşenmiş bir odayla el halısı serilmiş bir odada yaşanan aynı ilişkinin değişik sonuçlar vereceğine kanaat getiriyorum. Nesneler ve hayatlar arasında kurduğum ilişki sadece “Sayıklamalar” ile de sınırlı değil. “İslenmiş Aşka Mektuplar”da, “1001 Fıçı Bira”da, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”da ve hatta “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nde de bu ilişkiyi görmek mümkün…

Yazarken bozmayı, yeniden kurmayı, anlatılanın ötesine geçmeyi seviyorsunuz. Üstelik kurcaladığınız hikayenin sizin olup olmaması da sizin için önemli değil. Bu, her şeyi olduğu gibi kabul eden dünyaya karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilir mi?

Metinleri bozmayı ve onları yeniden, yeni biçimlerle üretmeyi seviyorum. Bundan hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğim. “Sayıklamalar” ve “İslenmiş Aşka Mektuplar”da bu tip hikayeler yazmıştım. “Don Ouijote’nin Üçüncü Cildi”nde işi bir romana kadar vardırdım. Tabii eylemlerimiz bunlarla sınırlı kalmayacak…

Bu yaptığımı bir başkaldırı olarak okuyabilirsiniz elbette. Çünkü mevcut metinleri yazarın elinden çıkmış haliyle bırakmak yerine onu önce bir okur olarak yorumluyor, ardından da bir yazar olarak yeniden yaratıyorum. Hem de gerçek yazarının hayal etmediği bir biçimde.

Çalışmak adamın karakterini bozar mı?

Elbette… Sizi bilmiyorum, ama ben hayatı boyunca çalışmamış hatta hiçbir zaman da çalışma ihtiyacı hissetmemiş insanlarla bir arada yaşadım. Bu insanlar öyle zengin değillerdi, aileden gelen varlıkları da yoktu, kimseden emir almadıkları gibi kimseden para da istemiyorlardı. Onlar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapan Lüleburgaz’ın çalışamayan insanlarıydı. Bizim çağdaş fakat ondan kat be kat yoksul Oblomovlarımız… Onların ellerindekilerden daha fazlasına ihtiyaçları yoktu. Daha başka yerleri de hayal etmiyorlardı. Evet; bulundukları yerden şikayet ediyorlardı, ama buna rağmen orada mutluydular. Şikayetleri bir alışkanlıktı, insanlara anlatacak hikayelerini bu şikayetlerle süslüyorlardı. Ve burada çalışmak adamın karakterini bozuyordu. Çünkü çalışmak daha fazlasını istemekti.

“Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” yayımlandığında kitapla alakalı yaptığımız tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp kasaba sıkıntısına geliyordu. Ben de İstanbul’dan bakıp kasaba sıkıntısı üzerine beylik laflar ediyordum. Söyleşiler durulduktan sonra Lüleburgaz’a gittim ve çok eski dostlarımdan, hatta ağabeylerimden biri sarhoş bir sesle şöyle demişti;

“Sen gazetelerde kasaba sıkıntısı filan diyorsun ya, oğlum biz sıkılmıyoruz burada. Keyfimiz yerinde vallahi. Sen nereden uyduruyorsun ki öyle şeyleri…”

Sayıklamalar’da yalnızlık var, ait olamama, kendini anlatamama var, beklemek var, özlemek var… Bunların tam da ortasında Beckett’in, Don Quijote’nin, Oblomov’un izleri var… Bugün bu kitaba buradan baktığımızda onu Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nin bir habercisi gibi görebilir miyiz?

Okur için sıralama “Sayıklamalar”, “İslenmiş Aşka Mektuplar”, “1001 Fıçı Bira”, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” ve “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi” olarak ilerliyor. Bu anlamda haklısınız elbette; “Sayıklamalar”daki bazı öyküler “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nin habercisi olabilir. Ama gözden kaçan küçük bir detay da var. “Sayıklamalar” 2002 yılının Ekim ayında yayımlandı, ama “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ne kaynaklık eden çalışmalara başladığımda sene 2000’di. Bu anlamda “Sayıklamalar” hem öncesi hem de sonrası oluyor. O yıllarda yaptığım çalışmalar zamanla farklı şekiller aldı ve farklı metinler olarak ortaya çıktı diyebiliriz…

Sayıklamalar ve ikinci öykü kitabınız İslenmiş Aşka Mektuplar arasında üç sene var. Üç sene içinde diliniz ve kurgunuzdaki değişimlerin yanında yarattığınız dünya da değişiyor. Edebiyat yolculuğunuzda bu iki kitabınızı değerlendirmenizi istesek…

İki kitap arasında belirgin farklar görmek mümkün ama ikisinin de duygusu aynı gibi geliyor bana. “Sayıklamalar” kendince öyküler yazan birinin kitabıyken “İslenmiş Aşka Mektuplar”da ilk öykü kitabını yayımlamış genç bir yazarın yeni öykülerini okurla buluşturmasının sorumluluğu var. Şimdi size tam olarak anlatamadığım bu farkı birçok insana sordum. “Sayıklamalar”ı çok beğenen bazı arkadaşlarım “İslenmiş Aşka Mektupları” beğenmiyorlardı. “İslenmiş Aşka Mektuplar”ı beğenenler de “Sayıklamalar”ı acemice bulmuşlardı. Aynı duyguların farklı şekilde anlatımı aslında iki kitap da… İkisinde de kasabadan İstanbul’a gelmiş ve bir türlü İstanbul’un kalabalığına alışamayıp kasabasını özleyen bir genç var…

Öykü atölyeleri düzenliyor ve Öykü Atölyesi adı altında dersler veriyorsunuz. Öykü sizin için ne ifade ediyor? Anın öykücüsü değilsiniz genellikle…

Öykü yazmaktan da okumaktan da keyif aldığım bir tür. “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni bir kenara bırakırsak, “1001 Fıçı Bira” ve “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”ya roman yazmak için başlamamıştım. Öncelikle anlatacağım öyküler vardı ve o öyküler kontrolümden çıkıp roman olmayı seçtiler. Ben yazmaya biraz da böyle bakıyorum aslında. Yazma eyleminin sürprizlerine bırakıyorum kendimi. Öyküler hiç hesaplamadığım yerlere gidiyor, planlarımı yeniden yapmak zorunda kalıyorum ve bazen yazmayı düşündüğüm konunun kenarından bile geçmediğimi fark ediyorum.

Öykü Atölyeleri’ne gelirsek… Atölyelerde yaptığımız çalışmaların tamamı yoktan bir öykü var etmek üzerine ilerliyor. Aristoteles’in yol göstericiliğiyle estetiğe ve yazma sanatına giriş yapıyoruz; bir karakter yaratıp o karakterin hikayesini kaleme alıyoruz. Atölye sonunda yazmaya hevesli ama daha önce hiç öykü yazmayı denememiş birçok insanın bir öyküsü ve yeni öyküler yazmaya cesareti oluyor.

ferhat_uludere_

Geçmişle kıyaslandığında örgütlü bir edebiyat ortamından bahsedemeyeceğimizi söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Kırılmalar yaşamış ve birbirinden kopmuş bir edebiyat dünyası, gazete kitap eklerinin etkisi, yazar destekli yayıncılık… Buna çevremizdeki kesintisiz bilgi bombardımanını ve sosyal medyanın etkisini de eklediğimizde son dönemin edebiyat ortamını nasıl değerlendirirsiniz?

Geçmişte kaldı dediğimiz edebiyat ortamı, dergiler ve dönemin nitelikli yazarları tarafından geliştirilen, yaşayan ve büyüyen bir edebiyat ortamıydı. Bir öykü ya da bir şiir yayımlanmadan önce nitelikli birçok insanın elinden geçer, emek verilir ve değer kazanırdı. Ama şimdi durum aynı mı? Elbette değil.

Edebiyat dergilerinin reklam veren yayınevlerinin kitaplarını tanıttığı, kitap eklerinde kitapların okumadan değerlendirildiği, kendine “saygın” sıfatıyla dolaşan yazarların övüne övüne genç yazarları okumuyorum diye yazılar yazdığı, parayla kitap basan yayınevlerinin çoğaldığı bir ortamda edebiyattan bahsetmek ne yazık ki mümkün değil. Okurdan ziyade takipçinin değer kazandığı bir yerde edebiyatın ortamı da olmaz tabii. Edebiyat ortamı Türkiye’de sektör buluşması haline geldi artık.

Popüler kültürün hayatımızın her alanına yayıldığı günümüzde gerçek edebiyata ulaşmak da güçleşiyor. Bugün gerçek edebiyat nerede yaşıyor? Meraklı okur ona nasıl ulaşabilir?

Meraklı okurun nitelikli edebiyatı bulmak için benim yol göstericiliğime ihtiyacı olacağını sanmıyorum. O gerçekten meraklı ise edebiyatın saklandığı yeri şimdiye kadar çoktan bulmuş hatta bize de oradan el sallıyordur.

İki öykü kitabından sonra üç roman yayınladınız. Bundan sonra bize ne anlatacaksınız?

Başladığım ve bitiremediğim birtakım çalışmalarım var. İlk olarak onları tamamlamak istiyorum. Onların yanında bazen bittiğini bazen de eksik olduğunu düşündüğüm bir öykü dosyam var. Onunla ilgili bir karar verirsem onu yayımlamak isterim elbette. Ama daha karar vermiş değilim.

Masanın üzerinde bir sürü şey var aslında, hepsiyle de ilgileniyorum. Önce hangisi biterse o yayımlanacak. Acele etmemek en iyisi bazen…

Son olarak… İslenmiş Aşka Mektuplar’ı Nick Cave eşliğinde okumuştuk. Sayıklamalar’ın müziği nedir?

“1001 Fıçı Bira” için de Leonard Cohen diyebiliriz sanırım. Çünkü hep Leonard Cohen çalıyordu o yıllarda. “Sayıklamalar” için bence rock baladları uygun olacaktır. Testament; Return to Serenity, AC/DC; Ride On, Ozzy Osbourne; No More Tears, Savatage; Follow Me, Xentrix; No More Time, Death Angel; A Room with a View, Manowar; Master of the Winds ilk aklıma gelenler oldu…

ferhat_uludere_izmir_life

(Bu söyleşi İzmir Life Dergisi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.)

Kokina Mevsimi

_MG_7632

Kokinalar yavaş yavaş tezgahlardan kalkacak. Evlerimizi süsleyenler ya sararıp dökülecek ya da zamana meydan okurcasına kırmızı kırmızı gülümseyecek. Evet, biliyorum çingeneler bağladı onları dikenlere. Ben yine de mutlu olacağım kırmızı ve yeşilin çatışmasını izledikçe. Bir yandan atmaya kıyamazken, o vakit gelince ellerime batmasın diye olabildiğince uzatmaya çalışacağım zamanı. Şans tutacağım sararmadıkları her gün için.

Yeni bir yılın tarihine alışıyoruz şimdi. Kim bilir kaç defa eski senenin rakamlarında boğuşup zamanı inkar edeceğiz. Kokinalar da sararmadı zaten. Ama zaman geçiyor işte. Evine ilk defa kokina almış biri olarak soruyorum; kokinalar her günü yeni bir yılbaşı yapar mı yoksa onlara da alışır mıyız?

Yılbaşı aslında sıradan bir gün… Unuttuğumuz şey, aslında herhangi bir günün ne kadar sıra dışı olduğu, olabileceği…

Kötü zamanlardan geçiyoruz. Zaten bu ülke son zamanlarda hep kötü zamanlardan geçiyor. Yine de tüm can sıkıntılarına ve moral bozukluklarına rağmen kendimizi salıverme ve umutsuzluğa düşmeyi kabul etmiyorum. Çünkü insan hayata küfrederken umut besleyemez. Umudun yoksa yarının yok bana sorarsan. İşte bu sebeple kabul etmiyorum mağdur ruhlarımızı.

Bu sene her güne ve her ana yeni bir başlangıç gibi bakmayı diliyorum. Her günü bir milat gibi yaşayalım.

Hayat dolu hikayeler anlatalım birbirimize. Güzellikleriyle mutlu olurken kötülükleriyle ağlarsak eğer, yanımızda başımızı yaslayabileceğimiz omuzlar bulalım.

Topu göğüslemek gereken zamanları deneyimden sayalım. Her güzelliğin de ayrı bir deneyim olduğunu unutmadan çoğaltalım hayatlarımızı.

Kalk gidelim dediğimizde yanımızda sorgulamadan gelenler olsun.

Yalnız kaldığımızda yenilendiğimizi bilenler sürprizlerle çıkıp gelsinler.

Ailemiz ve dostlarımıza sahip olduğumuz için şükredelim. Anılarımız şölene dönsün, fotoğraflarla çoğalsın. Sevdiklerimize yemekler yapalım. Sofralarımızın dost muhabbeti bol olsun. İçecek sıcacık çayımızın varlığına şükretmeyi bilelim. En büyük zenginliğimizin elimizi ısıtan çayla ona eşlik eden sıcacık bir gülümseme olduğunu anlayalım.

Hayaller kuralım. Hayallerimizin gerçekleşmesinden mutlu olan insanlar biriktirelim.

En çok kendimiz sınırlarız kendimizi. Kaldıralım koyduğumuz engelleri. Gücümüze inanalım. Ancak böylece ışık oluruz hem kendimize hem çevremize; bilincinde olalım.

Daha çok okuyalım. Daha çok yazalım.

Aşk olsun, para olsun, sağlık olsun, barış olsun, huzur olsun… Olsun da olsun…

Her gün gerekirse yeniden başlama gücümüz olsun. Kokinalar elimize batsa da gerektiğinde atacak cesaretimiz olsun!

Hüzünlü ve Sıcak Bir Roman: Haw

kemal_varol_haw_kitap

Kemal Varol’un ikinci romanı Haw, 2014 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve Sabit Fikir’in seçkisinde 2014 yılının en iyi romanı olarak yer almıştı.

Haw, aşkı da içinde barındıran masalsı bir roman. İki köpeğin ağzından anlatılmasına rağmen anlatılanlar ve anlatanlar son derece sahici ve samimi. Kemal Varol’un yarattığı gerçek ve gerçekdışı dünyada, kullandığı dil dünyayı bir köpeğin bakış açısından görmemizi sağlıyor. Bu bakış açısı tarafsız olduğu kadar, herhangi bir karakteri ayaklarından başlayarak hayal ettirecek kadar da gerçek.

Roman boyunca Kuzeyliler ve Güneyliler savaşırken yazarın çok iyi bildiği bir coğrafyada dört ayak üstünde dolaşıyoruz. Kurmaca gibi görünmekle birlikte doksanlardan bu yana hepimizin bir köşesine bir şekilde dokunmuş bir yarayı bir köpeğin gözünden insanca sorgulama fırsatını buluyoruz böylece.

Köpeğin etrafındakileri anlamlandırma çabası bizi özümüze dönüp yaşadığımız hayatları ve etrafımızdaki savaşı bir kez daha düşünmeye çağırıyor. Bu çaba, haklıyı haksızı ortadan kaldıran savaşın, hakikatin veya çözümün ne olduğuna bakmaksızın devam ettiğini ve bir yandan da devam edenin hayatlarımız olduğunu anlatıyor bize. Sloganlarımızı, öfkemizi, saldırdıklarımızı yeniden tartmaya davet ediyor. Savaşla çatışan gündelik hayat ise insanlığımızı ve zaaflarımızı bir kez daha hatırlatıyor. Savaşın hayatla karşı karşıya ve iç içe olduğunu sayfalar arasında sıklıkla görüyoruz.

Karakterler doyurucu biçimde çizilmiş. Varol’un gözlemlerini kalemiyle birleştirmesi çok naif ve insanın içine dokunur tasvirler yaratmış. “Günler tüylerimizin arasından birer ikişer geçiyordu.” derken tatlı tatlı akan zaman; “Öylesine çok kasmış ki kendini dedem, sırtındaki bir avuç tüy lap diye yere dökülmüş.” derken bahsedilen üzüntü; çok derinimizde bir yere dokunmayı başarıyor. Romanın atmosferi içinde dillendirilememiş bir aşkın anlatımı da içimizi titretiyor. “Üç kelime çıksa ağzımızdan dördüncüsünde birbirine dolanacaktı dillerimiz. Ama o ilk kelimeye muhtaçtık.”

Savaşın insanı, hayvanı, doğayı, her şeyi ve hepimizi etkilediğini okudukça daha da net görüyoruz. Yaşamanın kıymetini, iyiliklerle ve aşkla dolu bir dünyanın güzelliğini duyumsarken, aşkın ve sevginin fedakarlığının ne kadar güzel ve ne kadar zor olabileceğini anlıyoruz.

Ön yargılarımızın yıkılabilmesi, vicdanlarımızın yerini tekrar anlayabilmemiz ve belleklerimizi temizlememiz için bir fırsat sunuyor Kemal Varol bizlere. Çünkü belki de “Savaşın en kötüsü belleklerde yer edenidir.” diyor kitabın bir yerinde.

Kitabın sonlarına doğru anlatı uzuyor. Varol bunu savaşın bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan zamanını anlatmak için yapmış olmalı ki kahramanlarına ‘Güzel anlatıyor da lafı çok uzatıyor’ dedirtiyor.

Akıcı dili, masalsı atmosferi ve kurgusu ile Haw, barışı en çok telaffuz ettiğimiz şu günlerde, tarihi bir açıklama sunmamakla birlikte, yaşananları ve neden-sonuç ilişkilerini merak etmemiz için güzel bir kapı aralıyor bizlere.

Haw – Kemal Varol
İletişim Yayınları, 2014

Ercan Kesal ile ‘Nasipse Adayız’ ve Hayat Üzerine…

“İleri Gitmek Çoğu Zaman Geriye Dönmekten Daha Kolaydır!”

ercan_kesal_1

Kırılıp dökülüyor, her geçen gün bir eksilip bir çoğalıyoruz. Gitmeye çalıştığımız yolda, bir varoluş mücadelesi veriyoruz. Ardımızda bir şeyler bırakarak ölümsüzlüğümüzü ararken yaşamla baş etmeye çalışıyoruz.

“Geçen gün ömürdendir…” diyor yazar kitabında…

Ömrümüz geçiyor; birçok insana dokunuyor, bir sürü olayın içinde roller ediniyoruz kendimize. Bıraktığımız izlerden payımıza düşeni alıyoruz biz de… Kimi bu izlerin farkına bile varmıyor, kimi bu izlerde kendini tanıyor, kimi de bunlardan yepyeni hikayeler yaratıp başkalarına dokunuyor.

Ercan Kesal hikayesi çok olan bir yazar. İnsanlık hallerimizi, duygularımızı çok yakından biliyor. Tahmin ediyorum ki onu okuduğunuzda hayata ve kendinize daha farklı bakacak, tanıma fırsatı bulursanız da o kalemin ardındaki duyarlı ve alçakgönüllü insanı hemen fark edeceksiniz.

Bugüne kadar hayattan, insandan, derin bir entelektüel birikimden ve farkındalıktan beslenen kaleminden üç kitap ve birçok dergi yazısı okuduk. Her okumamızdan sonra da yeni okumalar yapmak için bize açtığı kapıları fark ettik.

Ercan Kesal son romanı “Nasipse Adayız” ile Aralık başında İzmir Yakın Kitabevi’ne konuk olmuştu. Orada kendisiyle tanışma fırsatı buldum. Doktorluğu, edebiyatı ve sinemayı hayatına o kadar güzel yerleştirmiş ki, hayatı onlar olmuş. Kendisiyle yoğun programının arasında son romanından politikaya, hayattan sinemaya, edebiyata ve doktorluğa uzanan kısa bir söyleşi yaptık.

ercan_kesal

Nasipse Adayız’da bir belediye başkan aday adayı Dr. Kemal Güner’in adaylık sürecinde yaşadıklarını, partilerdeki durumu mizahi bir dilden okuyoruz. Kemal Güner hiç beklemediği bir zamanda kendini içinde bulduğu dünyanın çarklarına kendini kaptırıyor ve durmak istese de duramadan kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Bazen hayat yön veremediğimiz şekilde mi ilerliyor, yoksa içimizde hep o yönsüzlüğe gitmeye istekli başka biri mi var?

Bu kitapta insan denen canlının doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına aradığı cevabı bulabileceği yolculuklardan birini anlatmaya çalıştım. Bu yolculuğun adı politika yolculuğudur… İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biri olan politik mücadele ve nihayetindeki iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da bu soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek yerler olarak görünmüştür bana. Hikayenin öznesi Dr. Kemal de, içinde yer aldığı sosyal ortamın tüm karmaşıklığıyla birlikte,‘kafasında yıllardır taşıdığı büyük ideal ve amaçlar için aslında hiç de yeterli ve uygun birisi olmadığını anlamış, ama bunu itiraf ederek, çıktığı yoldan geri dönecek güce de sahip olmadığından kendisini bekleyen mutlak sona çaresizce razı olmuştur.’ Niye böyle yapmak zorunda kalmıştır. Bence, ileri gitmek çoğu zaman, geriye dönmekten daha kolaydır da ondan!

Giren herkes bu oyuna dahil oluyorsa, sorumlu biraz da biziz demektir. Bir dönem siyaseti deneyimlemiş biri olarak Nasipse Adayız’da da önümüze serdiğiniz sorunların çözülmesi nasıl mümkün olabilir? Yoksa düzelmeyecek bir yalana mı inanıyoruz?

Kahramanımız Kemal Güner, çıktığı “adaylık yolculuğu”nun sonunda, “her insanın kendi içinde, hep bir şiddet, kıskançlık ve aklının önüne geçen, bitmek bilmez bir hırs taşıdığı” gerçeğiyle de yüzleşme fırsatı bulur. Yaşadığı kırılma ve hesaplaşma, belki bundan sonrası için ona, yeni ve daha dürüst bir hayat fırsatı sunacaktır. Böyle bakarsanız onun için ‘hayırlı olmuş’ bile diyebilirsiniz. Ama, ‘siyaset pratiği hep böyle mi devam edecek?’ derseniz, galiba evet, böyle devam edecek. İnsanoğlu ne yazık ki, bu oyunun yerine daha gerçeğini ve insana yakışanı koyamadı. Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği güne kadar böyle!

80 sonrası politikadan uzaklaşan kuşakların yetiştiğini düşünüyorduk, Gezi olayları bize gençlerin de söyleyecek sözleri olduğunu, aslında konuya düşündüğümüz kadar uzak olmadıklarını gösterdi. Önümüzdeki dönemi ve gençlerin bu süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Gençlik gelecektir! Hesapsızdır, cesurdur, çoğu zaman üretim ilişkilerinin dışında durduğu için de saftır, kirlenmemiştir. 80 faşist darbesinin çok bilinçli biçimde hayata geçirdiği entelektüel yozlaşma ve yok etme hareketine rağmen, toplum kendi bağrından yeni ve şaşırtıcı filizler büyütmüştür. Gezi sadece muktedirleri değil, hemen herkesi şaşırtmıştır. Cesaretin, akıl, vicdan ve sınıfsal bir bakışla tamamlanarak, sürdürülebilir, güçlü bir muhalefete dönüşmesini ümit ederim.

“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış… Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.” aforizması ile Nietzsche’ye bir gönderme var kitabınızda. Utanma duygumuzu kaybetmeden o kör noktaya ulaşmak mümkün müdür?

Kim söylediyse iyi söylemiş: ’’İnsanlığı utanç kurtaracaktır!’’ Katılıyorum doğrusu. Hala utanabilmek iyi bir şey. Bu yüzden sosyologlar, insanı ‘’yüzü kızaran tek canlı türü’’ olarak tarif etmişlerdir. Kişinin kendini tanımaya başlayıp, yüzleşebilmesi için belki böylesi bir ‘utanç süreci’ şarttır. Öznemizin yazılı olduğu yeri okumak istiyoruz madem, bu yolculuktan çekinmemek ve kaçmamak lazım.

Peri Gazozu’nda boğazımıza düğümlenen hikayeler anlatıyordunuz. Hatta anlatmıyor, izletiyor; yanımızda oturup paylaşıyormuşçasına samimi bir dil kullanıyordunuz. Bu kez karşımıza mizahi bir dille çıkmanıza rağmen onun içinde de masumiyete bir özlemle hüznü yakalıyorsunuz… Ve tabii, yine bir film izler gibi okuyoruz sizi. Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizin birbirine katkısı nedir?

Sinemanın atına bindim, lakin atımı koşturan edebiyatın kırbacıdır. İkisi de birbirini hem besliyor, hem de tamamlıyor. Sinema ve edebiyat, dertleri insan olan, insanı anlatan iki yaratıcı sanat dalı. Birinin silahı sözcükler, diğerinin görüntüler. Çehov, edebiyat ve hekimlik arasında bir tercih yapıp yapamayacağı ya da neyi tercih edeceği sorulduğunda, edebiyatı karısına, hekimliği de sevgilisine benzetmişti. Benim sinema ve edebiyatla da benzer bir ilişkim var sanki. İkisini de aynı tutkuyla yaşıyorum. Yazarken, kalemimi bir kamera gibi kullanarak, anlatmak yerine göstermeyi tercih ediyorum. Sinemasal bir anlatımla yazmaya gayret ediyorum. Sinemada oyunculuk ve senaristlik dışında henüz film çekmediğim için, ‘çekmek istediklerimi, yazarak gösteriyorum’ diyebilirim.

Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizi birbirine bağlasam da doktor kimliğinizi bu tablonun dışında tutuyordum. Ta ki bir söyleşinizde şu söyleminize rastlayana kadar: “Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar.”

Hekimlik de bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar, sağlık sistemini pazar, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür. Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısına, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan gerçek hekimlerdir, yaramızın merhemi. Hekimliğin bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacı vardır…

Peki önümüzdeki dönemde hangi hikayeleri anlatacaksınız bize?

Bizim hikayelerimizi… Galeano’nun dediği gibi, sokaktan aldıklarımı, onlardan bana gelenleri, kalbimdeki cesaret ve kehanetle bezeyip, yine onlara geri göndereceğim, buluşabilmek ve birlikte kurtulmak ümidiyle.

ercan_kesal_beril_erbil

Uğur Biryol ile Gurbet Pastası, Çamlıhemşin ve Pastacılık Üzerine…

Bu söyleşi ilk defa Yazı Evi Dergi‘de yayınlanmıştır.

GURBETTEN GELEN PASTALAR

Pastacılığa biraz ilginiz varsa “Hemşinli” adını mutlaka duymuşsunuzdur. Eğer pastacılıkla alakanız yoksa “Hemşinli” adı bir şekilde kulağınıza çalınmıştır. Hiç duymadıysanız da bir gün mutlaka bir Hemşinliden bir dilim pasta almışsınızdır.

Evet, bilsek de bilmesek de artık bir ortak kültüre adını vermiş olan Hemşinliler, ülkemizde pastacılığın kurucularıdır. Pastacılık tarihindeki hikayeleri Osmanlı dönemine kadar uzanan Hemşinliler, mesleği ülkemizde ilk icra edenler olmasa da mesleği yurt çapında yaymış, birçok usta yetiştirmiş, örgütlenmeye birçok katkı sağlamışlardır.

20. yüzyılın başlarında Anadolu’dan yapılan ilk ve en büyük göç Hemşinlilerin iş bulmak için Rusya’ya gidişleridir. Annelerinin karın doyuracak bir iş bulmaları yönündeki tavsiyeleri de Hemşinlileri fırınlara itmiştir.

1 (10) (800x574)

Pasta ve pastacılığı Rusya, Polonya ve İsviçre gibi ülkelerde öğrenen Hemşinliler, memleketlerine döndüklerinde öğrendikleri üst düzey sanatı yüksek tabakadan kişilere satabileceklerinin bilincinde ve kendi sınıfsal değişim süreçlerinde kentlere gelip kentlerin en işlek ve en geniş caddelerinde pastaneler açmışlardır.

Kendisi de Çamlıhemşin doğumlu olan gazeteci-yazar Uğur Biryol, uzun bir sözlü tarih araştırması ile Hemşinlilerin bu uzun serüvenini 2007 yılında “Gurbet Pastası” ismiyle kitaplaştırdı. Kitap, 2013 yılında Ayşe Funda Aras yönetmenliğinde belgeselleştirildi.

Uğur Biryol’u üniversite hayatını geçirdiği ve bu sefer tatil için geldiği İzmir’de, butik pastanemizde misafir ettik. Hemşinlilerden, pastacılıktan, butik pastanelerden ve pastacılığın geleceğinden konuştuk.

DSC_0229 (800x530)

BE: Böyle bir sözlü tarih araştırmasına başlarken çıkış noktanız neydi?

UB: Evimizin karşısında yer alan büyük dedelerimden Hurşit Ağa’nın yaptırdığı Tarakçı Konağı’nın hikâyesini merak ederek başladım; ki o hikaye beni pastacılığın serüvenine ulaştırdı.

BE: Hemşinlilik artık bir ortak kültürün adı. Siz Hemşinlilik’i nasıl tanımlarsınız?

UB: Hemşinlilik; bir taraftan bir yüksek dağ kültürünü ifade ediyor; yaylacılıkla bütünleşen bir hayatın ifadesidir, bir taraftan da gurbet hayatıyla kentteki sosyal hayatın içinde yer alan Hemşinliler var… Hemşinlilik; bu iki durumun karmasıdır bir bakıma. Bir etnik köken olarak baktığımda ben daha çok; bölgesini ölesiye seven, uzakta kaldığı zaman hemen özleyen, tulum dinlediğinde gözleri yaşaran ve yerinde duramayıp horona duran, kadınları çalışkan bir coğrafya ve insanları anlıyorum…

BE: Hemşinliler pasta yapmayı gurbette öğreniyorlar. O dönemde dünyada pastacılık ne durumdaydı?

UB: Avrupa’da ve Rusya’da çikolata ve pasta kültürü gelişkin daha çok. Doğu Avrupa’da özellikle gelişkin bir meslek dalı olarak göze çarpıyor. Yalnız geri kalan kısmında nasıldı onu bilemiyorum.

BE: Hemşinliler pasta yapmaya başladıklarında memleketlerinde aldıkları olumlu-olumsuz tepkiler var mıydı?

UB: Memleketlerinde bu durumun eleştirilecek bir tarafı yoktu ki… Bilakis pastacılık kaderleri gibi oldu ve pastacılık sayesinde bugünkü coğrafyada gördüğümüz yaşantıyı temin edebildiler.

BE: Hemşinlilerin çok iyi tüccarlar olduğunu da görüyoruz. Tüccarlığı nasıl ve kimden öğrendiler?

UB: En çok Ruslar’dan meslek öğrendiler ve Ruslar aynı zamanda iyi tüccarlığı da öğretti mi bilemiyorum. Daha çok, çalıştıkları yerlerin sonradan sahipleri olduklarına göre, kendileri geliştirmiş olabilir.

BE: Hemşinliler şimdi ne yapıyorlar?

UB: Hemşinliler derken, o kadar çok Hemşinli var ki; kimisi doktor kimi mühendis kimi pastacı… Herkesin bir işi, mesleği, uğraşı ve hayatı var…

BE: Hemşinlilerin o dönemlerde kazandıkları paralar ile yaptırdıkları konaklar şimdi ne durumda?

UB: Bir kısmı harap durumda ama korunan ve bugüne kadar yaşatılanlar da var.

BE: Araştırmanız boyunca bol bol eski fotoğrafları karıştırdınız. O günleri ve bugünleri karşılaştırdığınızda pastanelerde o günlerden bugüne kalan/değişen belirgin özellikler var mı?

UB: Pastanelerin içlerinden çok da fotoğrafımız yok aslında, daha çok dekorasyon ön plana çıkıyor. Eski zaman estetik boyutu yüksek yapılar ve mekânlar ön plana çıkıyor daha çok.

1 (800x535)

BE: Eskiden tahsilli insan pastacılık yapmazmış. “Kimse kitap okuyup gelmedi ama mesleği öğrendi geldi.” demiş pasta ustalarından Oktay Sönmez. Okullu olmak – alaylı olmak konusunda ne düşünüyorsunuz?

UB: Okulu da hayatı da insan yürütüyor neticede, çok katı bir okulluluk tavrım yok, bazı insanlar okumadan da hayata anlam katabilir diye düşünüyorum. Açıkçası ben bir pasta yapsam bir kitap yazmış kadar heyecanlanabilirim 🙂

BE: Hemşinlilerin sektörde %80 paya ulaştıklarını ve bu payın daha sonra azaldığını okuyoruz kitabınızda. Yeni kuşakların mesleği ve sanatı devam ettirmediğinden bahsediyoruz, bir yandan da ciddi bir gastronomi trendi ile karşı karşıyayız. Sizce neler oluyor?

UB: Vallahi, endüstriyel pastacılık ve gastro kültürünün önünde klasik olarak kalmak ve bunu sürdürmek çok zor. O nedenle de gerilemesini gayet normal buluyorum. Çünkü birçoğu yeniliklere direnmiştir ya da yenilikle birlikte sürdürmeme yolunu tercih etmemiştir. Ama şimdi gördüğümüz; pastacılığın yanında yemeğin de desteklendiği; bistro, kafe tarzı yapılanmaların yaygınlaştırıldığı. Bu pastacılığın kendisine de büyük bir darbedir.

BE: Modernleşme ve makineleşmenin pastacılığa etkilerini nasıl görüyorsunuz? Butik işletmelerin buradaki rolü sizce nedir?

UB: Az evvel belirttiğim gibi çok tehlikeli buluyorum; modernleşme iyi kullanılırsa yararı var ama abartılırsa ve tamamen esiri olunursa durum vahimleşiyor. Kremayı yapmakla hazır kullanmanın lezzeti elbette farklı ama insanlara bunu dayatıyorlar ki daha çok para kazansınlar, seri üretimle de bunu destekliyorlar. Bu anlamda butik üretim bir can simidi gibi geliyor. Butik işletmeler, sanatın da zanaatın da bitmediğini ve hevesin iyiye götüreceğinin işaret fişekleri gibi.

BE: Butik üretimin ne demek olduğunu bir de sizden dinlesek…

UB: Butik üretimin bendeki karşılığı özel üretimdir; belli bir tür ya da türler üzerinde uzmanlaşmaya dayalı; fabrikasyona karşı doğallığı daha çok ön planda tutan ve el emeğinin, becerinin ve yaratının ön planda tutulduğu bir üretim tarzıdır, bu bakımlardan da mühim.

BE: Butik işletmeleri rekabette güçlü kılmanın yolları nelerdir? Bilinçli tüketiciler nasıl kazanılmalı?

UB: Tüketecekleri ürünlerin piyasada bulunanlardan farkını anlatan tanıtımlar yapılabilir; bunun için yerel yönetimlerle özellikle sağlık bağlamında işbirliğine gidilebilir.

BE: Sektörün dışından farklı bir gözle bakıldığında sizce sektörün sorunları nelerdir?

UB: Çok ve uzunca anlatmak isterdim ama sektörün sorunu; sektörün ne olduğuna karar verememiş insanların varlığı. Pastacı mısın, tatlıcı mısın, börekçi misin; hepsi birden olamazsın ki… Bence türleşme konusundaki kafa karışıklığı gerçekten sektörü zor durumda bırakıyor ki, bu da sektörü başka yan kollarla desteklemeye itiyor. Pastane ürünleri dışında et de satıyor, makarna da… Ve hazır tüketimin yaygınlaşması, AVM’lerde bile pastane vb. reyonların konulmuş olması sektörel bazda büyük sıkıntı…

BE: Gıda sektörünün en önemli sorunlarından biri eleman sıkıntısı. Hem yetişmiş eleman bulmak hem de sürdürülebilir iş ilişkileri kurmak sıkıntı yaratabiliyor. Bunun eskiden beri süregeldiğini de görüyoruz. Pastaneler arası bu yüksek sirkülasyonu neye bağlıyorsunuz?

UB: Heves ve merak meselesi bir bakıma. İşe giren kişi orada kendi geleceğinin temellerini de atmayı düşünüyorsa başarı elde edebiliyor, gelip geçici bakanlar zaten eleniyor.

BE: Şimdi evden pasta üretimi çok revaçta. Kadınlar için çok kolay girilebilir bir sektör konumunda pastacılık. Kitabınızda okuduğumuz tek bir Hemşinli kadın usta var. Kadınların pastacılıkta geçmişteki ve bugünkü yerini nasıl görüyorsunuz?

UB: Aslında kitapta da bahsettiğim gibi Hemşinliler için de genel olarak da sektör kadınların egemenliğinde gibi görünüyor. Üretimde değilse bile mutlaka bir kısmında kadın varlığından bahsedebiliriz, zaten öyle de olsa daha sağlıklı olabilir 🙂

BE: Pastacılığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

UB: İnsanların kendi imkanlarıyla pasta yapabiliyor olmaları, endüstriyel pastacılığın AVM’ler kanalıyla topluma dayatılması ya da sunulması, sektörel bazda bir durgunluğa sebep oluyor aslında. Bu mesleğin gerçekten hakkını vererek yapanlar es geçiliyor. O anlamda bunu meslek olarak yapanlar da bir süre sonra baş edemez olabiliyor. Butik tarz gelişirse ve yaygınlaşırsa gelecekte de elbette devam edecek mesleklerden biri.

BE: Gurbet yaşantısının bugünkü Hemşin ve Türk mutfağına etkileri neler oldu?

UB: İlginç bir tatlı kültürü geldi mesela. Şekerli makarna ve tel şehriye tatlısı, gurbetten sonra mutfağımıza giren lezzetlerden oldu. Ama bunun Türk mutfağına yansıması yok. Muhlama var ki, o bir yerel lezzet olarak en azından Hemşinliler’in mekanlarında yer alıyor.

BE: Kitaba yansıtmadığınız pasta ve pastacılıkla ilgili bilgileriniz var mı?

UB: Uzman değilim elbette ama Ruslar’dan öğrenilen pastacılık bilgilerinin tarifini bilen bir iki kişi kaldı yaşayan, onların bilgisi yaşatılmalı, tarifleri de.

BE: Hemşin mutfağından bir tatlı yapmak istesek, bize nasıl bir tarif verirsiniz?

UB: Tel şehriye tatlısı aslında çok iyi bir tatlı. Şehriyeler bal ya da şekerli sütle kavuruluyor ve üzerine biraz su ilave edildikten sonra, demlenmeye bırakılıyor. Demini aldıktan sonra ise üzerine ceviz serpilerek afiyetle yeniliyor.

_MG_6400 (800x501)