Bir Oyun, Bir Kasaba; Pek Çok Hikâye, Pek Çok Yara*

Uzun bir aradan sonra yayımladığı yeni romanı Son 11’de Ferhat Uludere hikâyesini küme düşmüş bir takımın son maçına çıkacağı soyunma odasından kuruyor. Tüm yaşanmışlıklar, tüm başarılar ve tüm hatalarla gelinen bu son ve hatta skorun etkilemeyeceği sonuç, oyunu durdurmuyor. Taraftarın öfkesi Capsalgine kokulu odanın gerginliğini git gide arttırırken soyunma odasından çıkan hikâyeler bizi bir kasabanın yaşantısından insanlık hallerimize, hayal kırıklıklarımıza, aşklara, babasız büyümüş bir çocuğun yaşadıklarına, saflığın ve masumiyetin kötülük ve çıkarcı niyetlerle kirletilmeye çalışıldığı zamanlara götürüyor. Kasabanın sarhoşluğuysa tabii ki devam ediyor.

Ferhat Uludere’nin anlattığı öyküler hayal kırıklığı ve hüznü tattırdığı kadar kasaba insanlarının saflığıyla yüreğimize dokunup ince esprileriyle yüzümüzü gülümsetirken Trakya kasabalarından ve futbol penceresinden bir bakışla önemli bir döneme tanıklık ediyor.

Ferhat Uludere ile Doğan Kitap’tan yayımlanan son romanı Son 11’i, futbolu, edebiyatı, doksanları ve hayatı konuştuk.

Metalaşmış, metalaştırılmış bir futbol izliyoruz. Belki de bir bölümümüz futbola tutkuyla bağlıyken bir bölümümüzün futbolu topun peşinden koşan 22 adam olarak görmesi bundan… Romanınızda futbolu metalaşmaktan çıkarıp onun ruhuna indiğinizi görüyoruz. Futbol sizin için ne ifade ediyor?

Kitapta da belirttiğim ve herkesin bildiği üzere futbol hiçbir zaman masum bir oyun olmadı. Bu kadar ilgi gören ve insanları bir araya toplayan herhangi bir olgunun manipüle edilmemesi elbette olanaksız.

Futbol benim için bir çocukluk hastalığı, insanları bir araya getiren, içinde insana dair birçok hikâye barındıran bir oyun, hatta kitapta da dediğim gibi “güçsüzün güçlüyü yenebildiği tek oyun”.

Yazınımızın futboldan beslendiğini söylemek pek mümkün değil.

“Son 11”i bir futbol romanı olarak düşünürsek tüm kitaba haksızlık yapmış olabiliriz. Futbol kitabın birleştirici unsuru… Tıpkı hayatta da olduğu gibi… Anlattığım insanları bir araya getiren meşin yuvarlak, ama ben o topun kaleye girmesini değil, o topun etrafında bir kasabanın öyküsünü anlatıyorum. Her yaştan ve her sınıftan karakterlerle yapıyorum bunu. Asıl beslendiğim yer ise kasaba, kasabalılık, kasabayı terk etmek ve edememek gibi duygular.

Futbolu veya futbolun unsurlarını konu edinen veya kullanan eserler oldukça az. Bu kadar görünür bir olguya bu kadar mesafeli durulmasının sebebi sizce nedir?

Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. Doksanların başında futbol ile ilgilenmek ve futbol hakkında konuşmak lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Edebiyat ve sanattan zevk alıyorsan futboldan hazzetmemen gerekiyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Hakkında çok az insan yazıp çiziyor ve çok az insan alenen futbol sevdiğini söylüyordu. Bu da eli kalem tutan insanları futboldan uzaklaştırdı.

Bu süreç ne zaman değişti?

2002 yılında… Güney Kore ve Japonya’nın düzenlediği 2002 Dünya Kupası bir milat oldu bizim için. Kupaya Türkiye’nin katılması ve üçüncü olmasıyla birlikte futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta hatta toplanıp maçlara gittiğini gizlemez oldu. Yayınevleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadı. Futbol dizileri oluşturuldu, çeviriler hızlandı ve futbol entelektüel bir hadise haline geldi. Edebiyat ve futbol ilişkisi ise hala çok kuvvetli değil. Çok az örnek var ne yazık ki…

Son 11 doksanlara dair bir dönem romanı aynı zamanda. Daha çok pop müziğin patladığı dönem olarak anılır doksanlar. Bir yandan da heavy metalin ülkede filizlendiği dönem olduğunu söylemek mümkün. Yazdıklarınızda müziği duymaya alışkın okurlarınız için neredeyse müzikten arındırılmış bir tablo sunuyorsunuz bu kez.

Doksanlar benim için hızar gürültüsü sertliğinde bir heavy metaldir. Ama Tazı Vedat’ın İstanbul yolculuğu dışında müziği kitabın hiçbir alanında kullanmadım. Çünkü kasabayı müzik ya da bir müzik grubu etrafında değil, futbol ekseninde bir araya getiriyordum ve müzikten ziyade tezahürat kullanmak istedim. Ama önceki kitaplarımda Nick Cave’den Cohen’e, AC/DC’den Slayer’a kadar birçok müzisyenin sayfalar arasına sıkıştığını görmek mümkün.

Git gide yalnızlaştığımız dünyada ‘bir şeyin’ taraftarı olmak bir nevi yaşama tutunma sebebi. Yaşattığı topluluk deneyimi ile bir aidiyeti ve kendi kültürünü yaratıyor. Taraftar ve taraf olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsan “taraf” olmadan var olamıyor. Hangi yılda yaşarsa yaşasın bir gruba, topluluğa, bir kente ya da kasabaya aidiyet hissetmek zorunda. 12 Eylül sonrası bu taraf olma duygusu, sistemli bir şekilde manipüle edildi. Turgut Özal futbolla önemli yatırımlar yaptı ve taraf olma ihtiyacını karşılamak için taraftarlar yarattı. Önceki yıllardaki politik kuşaklar içine kapanırken gençler futbol takımlarının etrafında bir araya gelmeme başladı. Ve elbette daha kolay kontrol altında tutulan kişiler oldular. Hâlâ da öyledir. Tabii birkaç istisna yok değil.

Romanınızda “baba” figürleri değişiyor. Güven veren babalar, başaramamış babalar, olmayan babalar… Baba ve oğul ilişkisi üzerine sık sık düşünüyoruz romanda. Bir erkeğin hayatında babanın rolü nedir ve ne olmalıdır sizce?

Bir baba gözetiminde büyümedim. Babamı erken yaşta kaybetmiş değilim, ama babam ölmeden bir sene öncesine kadar bir baba oğul ilişkimiz yoktu. Ben doğdum babam Almanya’daydı. Babam ev almıştı, annem tek başına taşınmak zorunda kaldı o eve, ben anneme sık sık adresi babama verip vermediğini soruyordum. Gelirse bizi bulamaz diye korkuyordum. Ben büyürken babam 1001 Fıçı Bira’ydı. Ben uyurken gelir, uyanmadan da birahaneye giderdi. Lise ve üniversite çağında farklı çatışmalar yaşadık. Tam ortak zevklerimiz konuşacak konularımız olmaya başladı babam kalbine yenik düştü. Sizin sorunuzun cevabını ben de kitap boyunca aradım. Bir erkeğin hayatında babanın yerini gerçekten bilmiyorum. Kitapta Sami’nin dediği gibi babalar hata yapacak çocuklar da o hataları düzeltecek.

Lüleburgazlısınız… Trakya insanını anlatırken anlatının içinde mizah ve ironinin olmayacağını düşünmek mümkün değil. Son 11’de de tüm hayal kırıklığı ve karanlığa rağmen sık sık gülümserken buluyoruz kendimizi. Popüler kültürün dayattığı “Trakyalı” imajından uzak; bir dil ve bir bakış açısı, bir yaşayış tarzı var. Edebiyatımızda bu yerel unsurlara ne kadar sahip çıktığımızı düşünüyorsunuz?

Popüler kültürün yarattığı tüm Trakyalı karakterler karikatür olmaktan öteye geçmiyor. Gerçek Trakyalının edebiyat, sinema ve tiyatroda yeterince temsili yok. Bu olmayınca da ortaya “Karadenizli Temel” gibi aslı astarı olmayan mizahi tipler çıkıyor. Halbuki her zaman söylüyorum yine söyleyeyim. Trakyalı yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, oyuncular ve müzisyenler olarak bir araya gelip bu temsil meselesi üzerine ciddi ölçüde kafa yormalıyız. Eğer bunu biz yapmazsak yakın zamanda gösterime giren Oflu Hoca gibi fıkradan türemiş yapımlar ortak hafızamızda yeni bir Trakyalı algısı kazıyacak. Ve şimdi olduğu gibi bunları alkışlamaya devam edeceğiz.

Son 11’de doğrusal bir zaman kurgusu yok. Bir bulmacanın parçalarını tamamlar gibi ana hikâyeye ulaşıyoruz. Bunu tercih etmiş olmanız edebiyata da bir oyun gözüyle bakmanız olarak yorumlanabilir mi?

Futbolun bir oyun olduğu kadar edebiyat da bir oyundur. Yalnız başına başlar ve bittikten sonra taraftara ulaşır. Son 11’de farklı bir zaman kurgusu düşündüm. Kitap başladıktan 10 dakika sonra bitecekti ve öylede oldu. Kitap soyunma odasında sahaya çıkmak için yapılan hazırlıkla başlıyor ve takımın sahaya çıkmasıyla bitiyor. Ama bu 10 dakikaya kasabanın neredeyse 30 yıllık bir zamanını sığdırmaya çalıştım. Normal bir zaman akışında hikâyenin heyecanı ve aksiyonu şimdiki zamanda gerçekleşir, ben şimdiki zamanı kısa tutarak hikâyenin tamamı da geçmiş zamana taşımak istedim. Alışılagelmiş kurguları bozmak hoşuma gidiyor. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde de benzer çalışmalar yapmıştım.

Son olarak, romanınızı –konuştuğumuz önyargılar doğrultusunda- sadece bir “futbol takımının hikâyesi” olarak tanımlamanın son derece yetersiz kalacağını düşünmekteyim.  Bir yandan da Son 11 ile birlikte futbola uzak birçok kişinin futbola bakışının değişeceğini, birtakım önyargıların kırılacağını söylemek sanırım yanlış bir tahmin olmaz. Son 11’in sizin edebiyat yolculuğunuzda sizin için nerede durduğunu öğrenebilir miyiz?

Son 11 bugünkü berbat futbol iklimimiz içinde futbolun gerçekten ne olduğunu insanlara hatırlatırsa çok mutlu olurum. Belki insanların futbola bakışı değişir sahadakinin savaş değil oyun olduğuna kani olurlar.

* 19 Nisan 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.