Gitmek, Dönmek, Kalmak Arasında*

İlk kitaplar yazarı için de okuru için de bir heyecan barındırır kendinde. Yazar yazın serüveninde yeni bir yola girmiştir artık. Bu bir öykü dosyasıysa, o güne kadar parça parça yazılmış öyküler toplanmış, onlardan bir bütün elde edilmiştir. Dilin yolculuğu okurun gözlerinin önüne serilmiştir. Okur yeni bir yazarla tanışmak üzeredir. O güne kadar belki azar azar okumuştur edebiyat dergilerinde yazarın kaleminden öyküleri. Ancak eline aldığı kitap yazarın dünyasının anahtarı gibidir. Bugüne kadar etrafında dolaştığı dünya şimdi sayfaların arasından süzülerek anlaşılmak için karşısındadır.

Onur Akbudak, öykülerini toplu kitap çalışmalarında ve çeşitli edebiyat dergilerinde okuduğumuz bir yazar. Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan Kasabada Yeni Bir Şey Yok ise onun ilk öykü kitabı. Kasabanın ve kasaba insanının durağan hayatını, yalnızlığını, sıkışmışlığını ve mutsuzluğunu anlattığı öykülerinde kasabanın sıkıntılı penceresinden doğaya, çocukluğa, arkadaşlıklara, çalışma hayatına ve çocukluğunun geçtiği 80’lerden günümüze bir perde aralıyor.

Yirmi öyküden oluşan kitapta önce kasabayı izliyoruz, yalnızlık bir göz gibi dolaşıyor kasabanın sokaklarında ve evlerinde. Onur Akbudak kitabın ilk öykülerinde insanın insanla kurduğu ilişkiden çok insanın doğayla, hayvanlarla, bitkilerle kurduğu ilişkileri ortaya çıkarıyor. Diğer yandan Tostçu Alparslan, Çiçekçi Hasan, Remzi Bey üzerinden kimliklerimizle şekillendirdiğimiz ilişkilerimizin insanda ve doğada eşitlenen haline bakıyoruz.

80’lerin başlarında doğan ve dönemin baskıcı ortamını gözlemleyen yazar, politik duruşunu, topluma karşı sorumluluğunu o günlerden bugünlere taşıyor, esnaftan öğretmenlere toplumun karşılaştığı sorunlara bir ayna tutuyor, “sahip olduğu toprağın değerini hepimizden çok bilen çiçekler”e güzellemeler yaparken onlarla insan insana bir arada yaşadığımız parkları da unutmuyor.

Öykülerde ilerledikçe yalnızlık yavaş yavaş insan içine karışıyor. Ne var ki ikili yalnızlıklar da sıkıntıyı hafifletmiyor. “Kasabanın yalnızlığına hala büyümeyerek karşı koymaya çalışan arkadaşlardan” söz ederken çocukluğun teklifsiz kalabalığına duyulan özlem büyüdükçe doğaya sığınıyor belki de.

Öyle ki Akbudak, süper kahramanların dünyasında Çim Adam’dan bir anti-kahraman yaratıyor ve aşkın peşine düşüyor. “…insan bulduğunu sandığı anda düşer asıl yanılgıya… Anladığını sandığında kapatırsın bilincini.”

Onur Akbudak’ın Oğuz Atay’a olan düşkünlüğünü biliyorum. Bir öyküsünde ustaya selam vermeden geçmemiş, Sadık Hidayet, Henry Miller, Dostoyevski, Çehov, Sait Faik, Nabokov, Borges, Gonçarov’u da satırlarına eklemiş.

Kasabada Yeni Bir Şey Yok, yalın diliyle kasabanın “zor ve içi boş” hayatında gitmek, dönmek ve kalmak arasında dolaşan öykülerden oluşuyor.

“Bu dünyada yaşamak istemiyordum. Yaşanacak başka bir gezegen bulsam, hiç düşünmeden, “Evet, ben de geliyorum!” derdim. Yoktu. Üstelik yetmezmiş gibi bir de bu kasabanın sokaklarında sıkışıp kalmıştım. Oturduğum dere kıyısından hareket edemeyecek kadar bitkindim, ait hissetmiyordum kendimi buraya. Cesaretsizdim ve korkağın tekiydim. Dünyanın ne ışıklar içindeki şehirleri ne de doğayla iç içe köyleri umurumdaydı. Sahi, ben neden bu kasabadaydım?”

Evet, kasabada pek bir şey değişmiyor; gitmek, kalmak ya da varmak, insan değişmediği sürece hiçbir şeyi dönüştürmüyor. Kim bilir belki de kitaba ismini veren öyküde dendiği gibi yolda olmaktır en iyisi…

Kasabada Yeni Bir Şey Yok / Onur Akbudak / Yitik Ülke Yayınları / 120 s.

*Bu yazı BirGün Kitap Eki‘nin Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.

Pati Öyküleri Yayımlandı…

Edebiyatist ve Haçiko Derneği iş birliğiyle geliri sokak hayvanlarına bağışlanacak bir sosyal sorumluluk projesi “Pati Öyküleri”, 3 – 11 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen Haydarpaşa Kitap Fuarında okuyucularla buluştu.

Seçkide emeği geçen değerli dostlar ile birlikte emek vermekten keyif aldım.

Aşağıda, seçkide emeği geçenleri bulabilirsiniz.

Leyla Tün
Kapak: Devrim Kunter
Alper KAYA
Ayşegül Kocabıçak
Barış Çağrı GENÇ
Beril Erbil
Berna Durmaz Mehmetoğlu
Caner Almaz
Caner Turan
Çağdaş Turan
Doğan ATEŞ
Emel ASLAN
Emrah Ateş
Fatma Burçak
Hakan Bıçakcı
Hasan Cüneyt Bozkurt
Hatice Dökmen
Lal HİTAY
Melek Ertan
Mert KOZACIOĞLU
Murat S. Dural
Nihan YILDIRIM
Önder GÖKSAL
Özge ÖZKAN
Ramazan ÇİNKO
Seher KOCAKAYA
Semrin Şahin
Serkan Murat Kırıkcı
Serpil KAYA
Sevda GEDİK
Suzan Bilgen Ozgun
Ülkü Burhan
Volkan Hacıoğlu

Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı – Günther Anders

Günther Anders’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı adlı kitabı hakkında Edebiyat Haber’de yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Çıkmaz Sokaktaki Çaresizin Duası

“Çağının olumsuzlukları üzerinde kafa yormuş Anders, iyimserliğe tepeden bakmasına, ilerlemeye ve umuda inancı olmamasına rağmen umutluymuşçasına devam etmeyi bilmiş. Gördüklerini yazmaktan ve ileri görüşlülüğü ile dünyayı uyarmaktan vazgeçmemiş.”

 

Yazı Çizi Çeki Atölyesi’nde Atölye ve Söyleşiler Başladı

Haziran ayının sonunda Yazı Çizi Çeki Atölyesi olarak eğitim, atölye ve söyleşilerimize başladık.

İlk eğitimimizi pazarlama iletişimcisi, eğitmen, yazar ve Harbi Yiyorum‘un yaratıcısı Salih Seçkin Sevinç ile birlikte düzenledik. İlki Mayıs 2016’da İstanbul’da düzenlenmiş olan Yeme-İçme Sektörüne Yönelik Doğru Sosyal Medya Kullanımı Eğitimi’ni bu kez İzmir’de sektör profesyonellerine verdik.

sosyal-medya-egitim-haziran-2016

Salih’in 2009 yılından bu yana aktif olarak yazmakta olduğu Harbi Yiyorum isimli blog, bugün benim de yazarları arasında bulunduğum, geniş kitlelere ulaşan bir yeme-içme kültürü sitesi haline geldi. Salih, buradaki deneyimlerini dijital dünyadaki bilgisiyle harmanlayarak keyifli bir eğitime imza attı.

Eğitim sonrasında İzmir Yakın Kitabevi’nde bir söyleşi planlamıştık. Böylece yazan, yazmayı önemseyen, yazmak isteyen kişilerle bir araya gelme fırsatımız oldu. Yazma serüvenlerimizden, yazının hayatımızdaki yerinden bahsettik.

salih-seckin-sevinc-soylesi

Görüyorum ki herkes yazı ve yazın ile farklı bir bağlantı kuruyor. Hepsinin temelinde ise samimiyet yatıyor. Başkasıyla olandan ziyade kendimize olan samimiyet…

Önümüzdeki dönemde de genel katılıma açık atölye ve seminerlerimiz olacak. Hem sevilen yazarlar bizimle olacaklar hem de çeşitli etkinlikler düzenleyeceğiz. Aynı zamanda kurumlara yönelik atölye çalışmalarımıza da başladık.

Bilgi ve iletişim için aşağıdaki mail adresinden bize ulaşabilirsiniz.

bilgi@yaziciziceki.com

 

Ferhat Uludere: İyi ki ‘Sayıklamalar’ Var!

Sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla bir dünya kurarız kendimize. Elde etmek istediklerimizi düşünmezsek kurduğumuz dünya ne çok sıkıcıdır ne de çok eğlenceli. Ancak ne zaman farklı bir şeyi arzulasak kurduğumuz bu dünya yıkılır. Kalmakla gitmek, vazgeçmekle savaşmak arasında çetin sınavlar verilir. Seçiminizi mücadeleden yana yaparsanız eski sakin düzene özlem kaçınılmazdır. Ferhat Uludere 13 yıl sonra yeniden yayınlanan ilk kitabı Sayıklamalar’da kasabasından İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’a alışmaya çalışırken kasabasını özleyen bir gencin dünyasından öyküler anlatıyor bize.

21 öyküden oluşan kitap Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Öykülerin nesnelerden hayata uzanan dünyasında yalnızlık, beklemek, özlemek ve aidiyet yazarın kaleminden gerçeğe bürünüyor ve okura edebi bir haz sunuyor.

Ferhat Uludere ile Sayıklamalar’dan başlayıp hayata, kitaplarına, yazmaya ve edebiyata dair konuştuk.

IMG_1461 - Kopya

Sayıklamalar bir ilk kitap… Üstelik heyecanları, talihsizlikleri, yaşanmış ve yaşanamamış sevinçleri ile bir ilk kitap… Kendi deyişinizle bir gençlik çetelesi olan bu kitabı tekrar yayınlamaya nasıl karar verdiniz?

“Sayıklamalar” yayımlandığında 25 yaşımdaydım. 13 yıl sonra o günlere baktığımda 25 yaşın bir kitap yayımlamak için oldukça erken bir yaş olduğunu düşünüyordum. Bunun tabii ki birtakım nedenleri vardı ama bu düşüncemin en önemli sebebi kitabın kusurlu yayımlanmasıydı. Soruda dediğiniz gibi “yayınlanırken bir takım talihsizlikler” yaşamış bir kitap “Sayıklamalar”. Yayınevinin acemiliği yüzünden asgari özenin bile gösterilmediği bir kitap oldu. “Sayıklamalar” yayınevi için sadece hatalı bir üründü, ama o hatalı ürün benim ilk kitabımdı. İçindeki hatalar yüzünden “Sayıklamalar”la aram açıldı. İnsanın kendi kitabıyla arasının açılması cidden hoş bir şey değil. Bunun bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Bu duyguyu ne yayınevi sahipleri bilir, ne de editörler…

Uzun bir süre kitabı görmedim, görmek istemedim; samimiyetle söylüyorum “Sayıklamalar”ın ilk baskısı kütüphanemde yoktur.

Yitik Ülke Yayınları kitabı tekrar yayımlamak istediğinde Kadir Aydemir’in bu fikrine önce sıcak bakmamıştım. “Sayıklamalar” artık piyasada yoktu ve olmamasının daha iyi olacağını düşünüyordum. Ama Kadir ısrarcı olmaya başladığında en azından kitaba bir kez bakmak istedim. Sonra “Sayıklamalar”a haksızlık yaptığımı fark ettim. 13 yıl sonra okuduğumda kabahatin hikayelerde değil yayınevinde olduğunu anladım bir kez daha… Sonra yeniden yayımlamaya karar verdik.

Kitabın önsözünde ilk kitap heyecanınızı ve o zaman yaşadıklarınızı çok samimi bir dille anlatıyorsunuz. 13 sene sonra Sayıklamalar’ı tekrar elinize almak nasıl bir duygu?

Sunay Akın’la yıllar önce yaptığımız konuşmayı kitabın girişine iliştirmiştim. Kitabı görünce “ilk kitap heyecanını bir daha yaşayamayacaksın” demişti. Hakikaten de öyle oluyor. İlk kitap heyecanı bir daha yaşanmıyor. İlk kitabınız 13 yıl sonra yeniden yayımlansa bile aynı heyecan olmuyor. Çünkü siz de aynı kişi olmuyorsunuz. O öyküleri yazan çocukla aramda 14 ya da 15 ya da daha fazla yıl var. Onun yazdıklarına biraz ağabey şefkatiyle yaklaşıyorum artık, yaptığı hataların üzerinde çok durmuyor gülüp geçiyorum. “Sayıklamalar”ın heyecanını değil de bir dönem bu öyküleri yazmış olmanın keyfini yaşıyorum. Şimdi iyi ki de “Sayıklamalar” var diyorum. Çünkü 2002 yılındaki o kitap fuarında, o gün elinde ilk kitabıyla Attila İlhan’ın imza gününe giden ve ona kendi kitabını imzalayan çocuk çok mutluydu.

Kitabınızı rahmetli babaannenize ithaf etmişsiniz. Bir öykünüzde de babaannesini kaybetmiş bir yetişkinin üzüntüsünü ve babaannesiyle arasında kurduğu saf sevgi bağını işliyorsunuz. Babaannenizin hayatınızdaki ve bugünkü yazar kimliğinizdeki etkisi nedir?

Babaannem hakkında yazdığım ilk hikaye “Sayıklamalar”daki “Kibrit Kutuları” değil aslında. 90’lı yılların ikinci yarısında Lüleburgaz’da çıkardığımız fanzinlerden biri olan “Bi’ Şey”de yazdığım “Geriye” adlı bir öykünün başkahramanı da babaannemdi. Çocukluğumun büyük kısmını babaannesinin yanında geçirmiş biriyim, hatta ilk gençlik yıllarımın büyük bir bölümü de onunla geçti. Babaannesiyle yaşayan her çocuk gibi ben de birçok hikaye dinledim ondan; birçok dua öğrendim… Babaannem ve onu ziyarete gelen yaşıtlarından yorgunluğu, heyecanı, hayattan keyif almayı ve ne yazık ki ölümü her çocuktan önce öğrendim. Babaannem hakkında iki tane hikaye yazdım, ama onun bana kattığı şeyler yayımlanmış beş kitabımda anlattığımdan daha fazlaydı.

“Sayıklamalar”ın son baskısında hikayelerin yerleri yeniden düzenlenmiş. Bunu yaparken kitabın atmosferinde neyi değiştirmek istediniz?

Tüm hikayeleri okuduktan sonra sıralamanın böyle olması gerektiğini düşündük. Kitabın duygusunu, atmosferini ve söylemek istediğini en iyi yansıtan hikayeyi bulmak ve onunla başlamak gerekiyordu. Bir şey değiştirmedim aslında, olması gerekeni yapmaya çalıştım. Çünkü önceki yayınevi kitaptaki öyküleri alfabetik sıraya dizmekten başka bir şey yapmamıştı.

“Bu evde hatta bu hayatta var olan her şey bizlerin yaşamına etki eder, hatta yaşamlarımızı belirler.” cümlenizi kanıtlarcasına nesnelerden kurulu veya yolu çokça bu nesnelerden geçen hikayeler var kitabınızda… Nesneler bu kadar önemli mi hayatımızda?

Aslında sadece benim hayatımda değil hepimizin hayatında nesneler büyük bir yer tutuyor ve biz istesek de istemesek de hayatımızda bunların önemi büyük. Hatta öyle ya da böyle hepimizin hayatını nesneler belirliyor. Bazıları bunu “sahip olduklarının sonunda sana sahip olması” üzerinden tanımlıyor, bazıları üretim araçlarından dem vuruyor; ben ise en saf haliyle ele alıyorum. Halıfleks döşenmiş bir odayla el halısı serilmiş bir odada yaşanan aynı ilişkinin değişik sonuçlar vereceğine kanaat getiriyorum. Nesneler ve hayatlar arasında kurduğum ilişki sadece “Sayıklamalar” ile de sınırlı değil. “İslenmiş Aşka Mektuplar”da, “1001 Fıçı Bira”da, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”da ve hatta “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nde de bu ilişkiyi görmek mümkün…

Yazarken bozmayı, yeniden kurmayı, anlatılanın ötesine geçmeyi seviyorsunuz. Üstelik kurcaladığınız hikayenin sizin olup olmaması da sizin için önemli değil. Bu, her şeyi olduğu gibi kabul eden dünyaya karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilir mi?

Metinleri bozmayı ve onları yeniden, yeni biçimlerle üretmeyi seviyorum. Bundan hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğim. “Sayıklamalar” ve “İslenmiş Aşka Mektuplar”da bu tip hikayeler yazmıştım. “Don Ouijote’nin Üçüncü Cildi”nde işi bir romana kadar vardırdım. Tabii eylemlerimiz bunlarla sınırlı kalmayacak…

Bu yaptığımı bir başkaldırı olarak okuyabilirsiniz elbette. Çünkü mevcut metinleri yazarın elinden çıkmış haliyle bırakmak yerine onu önce bir okur olarak yorumluyor, ardından da bir yazar olarak yeniden yaratıyorum. Hem de gerçek yazarının hayal etmediği bir biçimde.

Çalışmak adamın karakterini bozar mı?

Elbette… Sizi bilmiyorum, ama ben hayatı boyunca çalışmamış hatta hiçbir zaman da çalışma ihtiyacı hissetmemiş insanlarla bir arada yaşadım. Bu insanlar öyle zengin değillerdi, aileden gelen varlıkları da yoktu, kimseden emir almadıkları gibi kimseden para da istemiyorlardı. Onlar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapan Lüleburgaz’ın çalışamayan insanlarıydı. Bizim çağdaş fakat ondan kat be kat yoksul Oblomovlarımız… Onların ellerindekilerden daha fazlasına ihtiyaçları yoktu. Daha başka yerleri de hayal etmiyorlardı. Evet; bulundukları yerden şikayet ediyorlardı, ama buna rağmen orada mutluydular. Şikayetleri bir alışkanlıktı, insanlara anlatacak hikayelerini bu şikayetlerle süslüyorlardı. Ve burada çalışmak adamın karakterini bozuyordu. Çünkü çalışmak daha fazlasını istemekti.

“Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” yayımlandığında kitapla alakalı yaptığımız tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp kasaba sıkıntısına geliyordu. Ben de İstanbul’dan bakıp kasaba sıkıntısı üzerine beylik laflar ediyordum. Söyleşiler durulduktan sonra Lüleburgaz’a gittim ve çok eski dostlarımdan, hatta ağabeylerimden biri sarhoş bir sesle şöyle demişti;

“Sen gazetelerde kasaba sıkıntısı filan diyorsun ya, oğlum biz sıkılmıyoruz burada. Keyfimiz yerinde vallahi. Sen nereden uyduruyorsun ki öyle şeyleri…”

Sayıklamalar’da yalnızlık var, ait olamama, kendini anlatamama var, beklemek var, özlemek var… Bunların tam da ortasında Beckett’in, Don Quijote’nin, Oblomov’un izleri var… Bugün bu kitaba buradan baktığımızda onu Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nin bir habercisi gibi görebilir miyiz?

Okur için sıralama “Sayıklamalar”, “İslenmiş Aşka Mektuplar”, “1001 Fıçı Bira”, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” ve “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi” olarak ilerliyor. Bu anlamda haklısınız elbette; “Sayıklamalar”daki bazı öyküler “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nin habercisi olabilir. Ama gözden kaçan küçük bir detay da var. “Sayıklamalar” 2002 yılının Ekim ayında yayımlandı, ama “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ne kaynaklık eden çalışmalara başladığımda sene 2000’di. Bu anlamda “Sayıklamalar” hem öncesi hem de sonrası oluyor. O yıllarda yaptığım çalışmalar zamanla farklı şekiller aldı ve farklı metinler olarak ortaya çıktı diyebiliriz…

Sayıklamalar ve ikinci öykü kitabınız İslenmiş Aşka Mektuplar arasında üç sene var. Üç sene içinde diliniz ve kurgunuzdaki değişimlerin yanında yarattığınız dünya da değişiyor. Edebiyat yolculuğunuzda bu iki kitabınızı değerlendirmenizi istesek…

İki kitap arasında belirgin farklar görmek mümkün ama ikisinin de duygusu aynı gibi geliyor bana. “Sayıklamalar” kendince öyküler yazan birinin kitabıyken “İslenmiş Aşka Mektuplar”da ilk öykü kitabını yayımlamış genç bir yazarın yeni öykülerini okurla buluşturmasının sorumluluğu var. Şimdi size tam olarak anlatamadığım bu farkı birçok insana sordum. “Sayıklamalar”ı çok beğenen bazı arkadaşlarım “İslenmiş Aşka Mektupları” beğenmiyorlardı. “İslenmiş Aşka Mektuplar”ı beğenenler de “Sayıklamalar”ı acemice bulmuşlardı. Aynı duyguların farklı şekilde anlatımı aslında iki kitap da… İkisinde de kasabadan İstanbul’a gelmiş ve bir türlü İstanbul’un kalabalığına alışamayıp kasabasını özleyen bir genç var…

Öykü atölyeleri düzenliyor ve Öykü Atölyesi adı altında dersler veriyorsunuz. Öykü sizin için ne ifade ediyor? Anın öykücüsü değilsiniz genellikle…

Öykü yazmaktan da okumaktan da keyif aldığım bir tür. “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni bir kenara bırakırsak, “1001 Fıçı Bira” ve “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”ya roman yazmak için başlamamıştım. Öncelikle anlatacağım öyküler vardı ve o öyküler kontrolümden çıkıp roman olmayı seçtiler. Ben yazmaya biraz da böyle bakıyorum aslında. Yazma eyleminin sürprizlerine bırakıyorum kendimi. Öyküler hiç hesaplamadığım yerlere gidiyor, planlarımı yeniden yapmak zorunda kalıyorum ve bazen yazmayı düşündüğüm konunun kenarından bile geçmediğimi fark ediyorum.

Öykü Atölyeleri’ne gelirsek… Atölyelerde yaptığımız çalışmaların tamamı yoktan bir öykü var etmek üzerine ilerliyor. Aristoteles’in yol göstericiliğiyle estetiğe ve yazma sanatına giriş yapıyoruz; bir karakter yaratıp o karakterin hikayesini kaleme alıyoruz. Atölye sonunda yazmaya hevesli ama daha önce hiç öykü yazmayı denememiş birçok insanın bir öyküsü ve yeni öyküler yazmaya cesareti oluyor.

ferhat_uludere_

Geçmişle kıyaslandığında örgütlü bir edebiyat ortamından bahsedemeyeceğimizi söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Kırılmalar yaşamış ve birbirinden kopmuş bir edebiyat dünyası, gazete kitap eklerinin etkisi, yazar destekli yayıncılık… Buna çevremizdeki kesintisiz bilgi bombardımanını ve sosyal medyanın etkisini de eklediğimizde son dönemin edebiyat ortamını nasıl değerlendirirsiniz?

Geçmişte kaldı dediğimiz edebiyat ortamı, dergiler ve dönemin nitelikli yazarları tarafından geliştirilen, yaşayan ve büyüyen bir edebiyat ortamıydı. Bir öykü ya da bir şiir yayımlanmadan önce nitelikli birçok insanın elinden geçer, emek verilir ve değer kazanırdı. Ama şimdi durum aynı mı? Elbette değil.

Edebiyat dergilerinin reklam veren yayınevlerinin kitaplarını tanıttığı, kitap eklerinde kitapların okumadan değerlendirildiği, kendine “saygın” sıfatıyla dolaşan yazarların övüne övüne genç yazarları okumuyorum diye yazılar yazdığı, parayla kitap basan yayınevlerinin çoğaldığı bir ortamda edebiyattan bahsetmek ne yazık ki mümkün değil. Okurdan ziyade takipçinin değer kazandığı bir yerde edebiyatın ortamı da olmaz tabii. Edebiyat ortamı Türkiye’de sektör buluşması haline geldi artık.

Popüler kültürün hayatımızın her alanına yayıldığı günümüzde gerçek edebiyata ulaşmak da güçleşiyor. Bugün gerçek edebiyat nerede yaşıyor? Meraklı okur ona nasıl ulaşabilir?

Meraklı okurun nitelikli edebiyatı bulmak için benim yol göstericiliğime ihtiyacı olacağını sanmıyorum. O gerçekten meraklı ise edebiyatın saklandığı yeri şimdiye kadar çoktan bulmuş hatta bize de oradan el sallıyordur.

İki öykü kitabından sonra üç roman yayınladınız. Bundan sonra bize ne anlatacaksınız?

Başladığım ve bitiremediğim birtakım çalışmalarım var. İlk olarak onları tamamlamak istiyorum. Onların yanında bazen bittiğini bazen de eksik olduğunu düşündüğüm bir öykü dosyam var. Onunla ilgili bir karar verirsem onu yayımlamak isterim elbette. Ama daha karar vermiş değilim.

Masanın üzerinde bir sürü şey var aslında, hepsiyle de ilgileniyorum. Önce hangisi biterse o yayımlanacak. Acele etmemek en iyisi bazen…

Son olarak… İslenmiş Aşka Mektuplar’ı Nick Cave eşliğinde okumuştuk. Sayıklamalar’ın müziği nedir?

“1001 Fıçı Bira” için de Leonard Cohen diyebiliriz sanırım. Çünkü hep Leonard Cohen çalıyordu o yıllarda. “Sayıklamalar” için bence rock baladları uygun olacaktır. Testament; Return to Serenity, AC/DC; Ride On, Ozzy Osbourne; No More Tears, Savatage; Follow Me, Xentrix; No More Time, Death Angel; A Room with a View, Manowar; Master of the Winds ilk aklıma gelenler oldu…

ferhat_uludere_izmir_life

(Bu söyleşi İzmir Life Dergisi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.)

Hüzünlü ve Sıcak Bir Roman: Haw

kemal_varol_haw_kitap

Kemal Varol’un ikinci romanı Haw, 2014 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve Sabit Fikir’in seçkisinde 2014 yılının en iyi romanı olarak yer almıştı.

Haw, aşkı da içinde barındıran masalsı bir roman. İki köpeğin ağzından anlatılmasına rağmen anlatılanlar ve anlatanlar son derece sahici ve samimi. Kemal Varol’un yarattığı gerçek ve gerçekdışı dünyada, kullandığı dil dünyayı bir köpeğin bakış açısından görmemizi sağlıyor. Bu bakış açısı tarafsız olduğu kadar, herhangi bir karakteri ayaklarından başlayarak hayal ettirecek kadar da gerçek.

Roman boyunca Kuzeyliler ve Güneyliler savaşırken yazarın çok iyi bildiği bir coğrafyada dört ayak üstünde dolaşıyoruz. Kurmaca gibi görünmekle birlikte doksanlardan bu yana hepimizin bir köşesine bir şekilde dokunmuş bir yarayı bir köpeğin gözünden insanca sorgulama fırsatını buluyoruz böylece.

Köpeğin etrafındakileri anlamlandırma çabası bizi özümüze dönüp yaşadığımız hayatları ve etrafımızdaki savaşı bir kez daha düşünmeye çağırıyor. Bu çaba, haklıyı haksızı ortadan kaldıran savaşın, hakikatin veya çözümün ne olduğuna bakmaksızın devam ettiğini ve bir yandan da devam edenin hayatlarımız olduğunu anlatıyor bize. Sloganlarımızı, öfkemizi, saldırdıklarımızı yeniden tartmaya davet ediyor. Savaşla çatışan gündelik hayat ise insanlığımızı ve zaaflarımızı bir kez daha hatırlatıyor. Savaşın hayatla karşı karşıya ve iç içe olduğunu sayfalar arasında sıklıkla görüyoruz.

Karakterler doyurucu biçimde çizilmiş. Varol’un gözlemlerini kalemiyle birleştirmesi çok naif ve insanın içine dokunur tasvirler yaratmış. “Günler tüylerimizin arasından birer ikişer geçiyordu.” derken tatlı tatlı akan zaman; “Öylesine çok kasmış ki kendini dedem, sırtındaki bir avuç tüy lap diye yere dökülmüş.” derken bahsedilen üzüntü; çok derinimizde bir yere dokunmayı başarıyor. Romanın atmosferi içinde dillendirilememiş bir aşkın anlatımı da içimizi titretiyor. “Üç kelime çıksa ağzımızdan dördüncüsünde birbirine dolanacaktı dillerimiz. Ama o ilk kelimeye muhtaçtık.”

Savaşın insanı, hayvanı, doğayı, her şeyi ve hepimizi etkilediğini okudukça daha da net görüyoruz. Yaşamanın kıymetini, iyiliklerle ve aşkla dolu bir dünyanın güzelliğini duyumsarken, aşkın ve sevginin fedakarlığının ne kadar güzel ve ne kadar zor olabileceğini anlıyoruz.

Ön yargılarımızın yıkılabilmesi, vicdanlarımızın yerini tekrar anlayabilmemiz ve belleklerimizi temizlememiz için bir fırsat sunuyor Kemal Varol bizlere. Çünkü belki de “Savaşın en kötüsü belleklerde yer edenidir.” diyor kitabın bir yerinde.

Kitabın sonlarına doğru anlatı uzuyor. Varol bunu savaşın bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan zamanını anlatmak için yapmış olmalı ki kahramanlarına ‘Güzel anlatıyor da lafı çok uzatıyor’ dedirtiyor.

Akıcı dili, masalsı atmosferi ve kurgusu ile Haw, barışı en çok telaffuz ettiğimiz şu günlerde, tarihi bir açıklama sunmamakla birlikte, yaşananları ve neden-sonuç ilişkilerini merak etmemiz için güzel bir kapı aralıyor bizlere.

Haw – Kemal Varol
İletişim Yayınları, 2014

Ercan Kesal ile ‘Nasipse Adayız’ ve Hayat Üzerine…

“İleri Gitmek Çoğu Zaman Geriye Dönmekten Daha Kolaydır!”

ercan_kesal_1

Kırılıp dökülüyor, her geçen gün bir eksilip bir çoğalıyoruz. Gitmeye çalıştığımız yolda, bir varoluş mücadelesi veriyoruz. Ardımızda bir şeyler bırakarak ölümsüzlüğümüzü ararken yaşamla baş etmeye çalışıyoruz.

“Geçen gün ömürdendir…” diyor yazar kitabında…

Ömrümüz geçiyor; birçok insana dokunuyor, bir sürü olayın içinde roller ediniyoruz kendimize. Bıraktığımız izlerden payımıza düşeni alıyoruz biz de… Kimi bu izlerin farkına bile varmıyor, kimi bu izlerde kendini tanıyor, kimi de bunlardan yepyeni hikayeler yaratıp başkalarına dokunuyor.

Ercan Kesal hikayesi çok olan bir yazar. İnsanlık hallerimizi, duygularımızı çok yakından biliyor. Tahmin ediyorum ki onu okuduğunuzda hayata ve kendinize daha farklı bakacak, tanıma fırsatı bulursanız da o kalemin ardındaki duyarlı ve alçakgönüllü insanı hemen fark edeceksiniz.

Bugüne kadar hayattan, insandan, derin bir entelektüel birikimden ve farkındalıktan beslenen kaleminden üç kitap ve birçok dergi yazısı okuduk. Her okumamızdan sonra da yeni okumalar yapmak için bize açtığı kapıları fark ettik.

Ercan Kesal son romanı “Nasipse Adayız” ile Aralık başında İzmir Yakın Kitabevi’ne konuk olmuştu. Orada kendisiyle tanışma fırsatı buldum. Doktorluğu, edebiyatı ve sinemayı hayatına o kadar güzel yerleştirmiş ki, hayatı onlar olmuş. Kendisiyle yoğun programının arasında son romanından politikaya, hayattan sinemaya, edebiyata ve doktorluğa uzanan kısa bir söyleşi yaptık.

ercan_kesal

Nasipse Adayız’da bir belediye başkan aday adayı Dr. Kemal Güner’in adaylık sürecinde yaşadıklarını, partilerdeki durumu mizahi bir dilden okuyoruz. Kemal Güner hiç beklemediği bir zamanda kendini içinde bulduğu dünyanın çarklarına kendini kaptırıyor ve durmak istese de duramadan kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Bazen hayat yön veremediğimiz şekilde mi ilerliyor, yoksa içimizde hep o yönsüzlüğe gitmeye istekli başka biri mi var?

Bu kitapta insan denen canlının doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına aradığı cevabı bulabileceği yolculuklardan birini anlatmaya çalıştım. Bu yolculuğun adı politika yolculuğudur… İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biri olan politik mücadele ve nihayetindeki iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da bu soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek yerler olarak görünmüştür bana. Hikayenin öznesi Dr. Kemal de, içinde yer aldığı sosyal ortamın tüm karmaşıklığıyla birlikte,‘kafasında yıllardır taşıdığı büyük ideal ve amaçlar için aslında hiç de yeterli ve uygun birisi olmadığını anlamış, ama bunu itiraf ederek, çıktığı yoldan geri dönecek güce de sahip olmadığından kendisini bekleyen mutlak sona çaresizce razı olmuştur.’ Niye böyle yapmak zorunda kalmıştır. Bence, ileri gitmek çoğu zaman, geriye dönmekten daha kolaydır da ondan!

Giren herkes bu oyuna dahil oluyorsa, sorumlu biraz da biziz demektir. Bir dönem siyaseti deneyimlemiş biri olarak Nasipse Adayız’da da önümüze serdiğiniz sorunların çözülmesi nasıl mümkün olabilir? Yoksa düzelmeyecek bir yalana mı inanıyoruz?

Kahramanımız Kemal Güner, çıktığı “adaylık yolculuğu”nun sonunda, “her insanın kendi içinde, hep bir şiddet, kıskançlık ve aklının önüne geçen, bitmek bilmez bir hırs taşıdığı” gerçeğiyle de yüzleşme fırsatı bulur. Yaşadığı kırılma ve hesaplaşma, belki bundan sonrası için ona, yeni ve daha dürüst bir hayat fırsatı sunacaktır. Böyle bakarsanız onun için ‘hayırlı olmuş’ bile diyebilirsiniz. Ama, ‘siyaset pratiği hep böyle mi devam edecek?’ derseniz, galiba evet, böyle devam edecek. İnsanoğlu ne yazık ki, bu oyunun yerine daha gerçeğini ve insana yakışanı koyamadı. Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği güne kadar böyle!

80 sonrası politikadan uzaklaşan kuşakların yetiştiğini düşünüyorduk, Gezi olayları bize gençlerin de söyleyecek sözleri olduğunu, aslında konuya düşündüğümüz kadar uzak olmadıklarını gösterdi. Önümüzdeki dönemi ve gençlerin bu süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Gençlik gelecektir! Hesapsızdır, cesurdur, çoğu zaman üretim ilişkilerinin dışında durduğu için de saftır, kirlenmemiştir. 80 faşist darbesinin çok bilinçli biçimde hayata geçirdiği entelektüel yozlaşma ve yok etme hareketine rağmen, toplum kendi bağrından yeni ve şaşırtıcı filizler büyütmüştür. Gezi sadece muktedirleri değil, hemen herkesi şaşırtmıştır. Cesaretin, akıl, vicdan ve sınıfsal bir bakışla tamamlanarak, sürdürülebilir, güçlü bir muhalefete dönüşmesini ümit ederim.

“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış… Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.” aforizması ile Nietzsche’ye bir gönderme var kitabınızda. Utanma duygumuzu kaybetmeden o kör noktaya ulaşmak mümkün müdür?

Kim söylediyse iyi söylemiş: ’’İnsanlığı utanç kurtaracaktır!’’ Katılıyorum doğrusu. Hala utanabilmek iyi bir şey. Bu yüzden sosyologlar, insanı ‘’yüzü kızaran tek canlı türü’’ olarak tarif etmişlerdir. Kişinin kendini tanımaya başlayıp, yüzleşebilmesi için belki böylesi bir ‘utanç süreci’ şarttır. Öznemizin yazılı olduğu yeri okumak istiyoruz madem, bu yolculuktan çekinmemek ve kaçmamak lazım.

Peri Gazozu’nda boğazımıza düğümlenen hikayeler anlatıyordunuz. Hatta anlatmıyor, izletiyor; yanımızda oturup paylaşıyormuşçasına samimi bir dil kullanıyordunuz. Bu kez karşımıza mizahi bir dille çıkmanıza rağmen onun içinde de masumiyete bir özlemle hüznü yakalıyorsunuz… Ve tabii, yine bir film izler gibi okuyoruz sizi. Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizin birbirine katkısı nedir?

Sinemanın atına bindim, lakin atımı koşturan edebiyatın kırbacıdır. İkisi de birbirini hem besliyor, hem de tamamlıyor. Sinema ve edebiyat, dertleri insan olan, insanı anlatan iki yaratıcı sanat dalı. Birinin silahı sözcükler, diğerinin görüntüler. Çehov, edebiyat ve hekimlik arasında bir tercih yapıp yapamayacağı ya da neyi tercih edeceği sorulduğunda, edebiyatı karısına, hekimliği de sevgilisine benzetmişti. Benim sinema ve edebiyatla da benzer bir ilişkim var sanki. İkisini de aynı tutkuyla yaşıyorum. Yazarken, kalemimi bir kamera gibi kullanarak, anlatmak yerine göstermeyi tercih ediyorum. Sinemasal bir anlatımla yazmaya gayret ediyorum. Sinemada oyunculuk ve senaristlik dışında henüz film çekmediğim için, ‘çekmek istediklerimi, yazarak gösteriyorum’ diyebilirim.

Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizi birbirine bağlasam da doktor kimliğinizi bu tablonun dışında tutuyordum. Ta ki bir söyleşinizde şu söyleminize rastlayana kadar: “Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar.”

Hekimlik de bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar, sağlık sistemini pazar, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür. Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısına, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan gerçek hekimlerdir, yaramızın merhemi. Hekimliğin bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacı vardır…

Peki önümüzdeki dönemde hangi hikayeleri anlatacaksınız bize?

Bizim hikayelerimizi… Galeano’nun dediği gibi, sokaktan aldıklarımı, onlardan bana gelenleri, kalbimdeki cesaret ve kehanetle bezeyip, yine onlara geri göndereceğim, buluşabilmek ve birlikte kurtulmak ümidiyle.

ercan_kesal_beril_erbil