Kadınların Çığlığı*

Özge Doğar Yaşar ile söyleşimiz…

Beril Erbil’in ilk kitabı ‘Aynadaki Porno Yıldızı’ndaki öykülerini okurken kadınların içseslerindeki bir değil bin çığlığı yüreğimde hissettim.

Beril Erbil’in ilk kitabı ‘Aynadaki Porno Yıldızı’ Edisyon Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Erbil’in öykülerinde yer alan kadınların içseslerinde bir değil bin çığlık var. Ama suskunluğun üzerindeki sis dalgası gün be gün dağılıyor.

Artık kadınlar, çığlıklarını hem kendilerine hem de bu çığlığı duymaktan korkan her bir bireye duyuruyorlar. Beril Erbil ile ‘Aynadaki Porno Yıldızı’nı konuştuk.

► Her kitabın bir macerası var. Aynadaki Porno Yıldızı’nın macerasını bizlerle paylaşır mısın?
Yazıyla ilişkim epey eskiye dayanıyor. Ancak yazdıklarımdan kitaba dönüşecek bir bütün oluşturmamıştım. 2015’te ‘Aynadaki Porno Yıldızı’ adlı öykümün ilk taslağını yazdım. Aynadan yola çıkarak bir öykü kurdum. Öykü kahramanının içindeki seslere izin verip uyanışını, kendi gerçeğinin yaşadığı gerçeklik olmadığının farkına varışını anlatmak istiyordum. O ilk taslak bugün okuduğunuz öykünün onda biri bile değildi. Ancak o gün, yazabilirsem, bunun bir kitaba dönüşeceğini ve bu öykünün kitaba adını vereceğini biliyordum. Öyküyü tamamlamam 2,5 yıl sürdü. Bu öyküyle birlikte önceki yazdıklarımdan kitaba uygun öyküler dosyaya eklenirken yeni öyküler de yazdım. Anlatmak istediklerimi anlatmak için doğru karakterlere, birtakım olaylara ihtiyacım vardı. Kadın, cinsellik, ölüm, anne-baba ve toplumla ilişkilenmemiz, yalnızlık, kurduğumuz ve kuramadığımız hayatlar temalarında dolaşıyordum. Beni de geliştirip dönüştüren bir süreçti.

► Aynada bizlere neyi göstermek istedin? Kentli kadınları seçmendeki amaç neydi?
Aynada kendi gözlerinin içine bakmak zordur. Gerçekten bakmaktan bahsediyorum, dakikalarca. Oysa hepimiz her gün aynaya bakarız. Saçımıza, makyajımıza, kıyafetimize. Ayna bizi dış dünyaya hazırlayan bir nesne. Ama onda kendi gözlerimize baktığımızda iç dünyamıza doğru bir yolculuğa çıkarız. İç dünyaya bakmak, orada göreceklerimizle yüzleşmek hiç kolay değil. Bu nedenle bizi mutlu edecek gerçek hayatlar yerine kabul görmüş, sorgulanmayan hayatlar yaşıyoruz. Kent de böyle. Dışarıdan imrenilen hayatların içinde bir sürü sorun var. Çoğu zaman bunların farkına bile varmıyoruz. Bu öykülerdeki kadınlar bizi kendi içimize bakmaya çağırsın istedim.

► Kitap, samimi diliyle tüm kadınları bir araya getirmiş. Kitapta sadece kentli kadın karakterlerini görsek bile genel anlamıyla kadınları bir araya getiren şey, var olan kadın sorunları mı yoksa bu sorunlara cevap arayışı mı?
Kadınlık veya insanlık halleri diyebiliriz belki. Bir aileden geldik, bir hayat kurduk ve bir toplumun içinde yaşıyoruz. Halimiz aile ve toplumun şekillenmelerinden bağımsız değil, sorunlarımız da. Ataerkil düzenin çok sevmediği duygularımız da bastırılmışlıktan, yok sayılmaktan, duygu alışverişindeki eksikliklerden ötürü farklı tepkilerle ortaya çıkıyor. Eril ve dişil özelliklerimizin ahengini yaşayamıyor, dengesini tutturamıyoruz. Dişil özümüzün ise yaratma, dönüştürme, karmaşadan anlam bulma gücü var. Aslında bu kadınları bir araya getiren bu dişil özdü bana kalırsa.

► ‘Aynadaki Porno Yıldızı’, kadının kendisine yabancılaşması ve kendini bu yabancılaşma içerisinde tekrar bulması, diyebilir miyiz?
Öykü bazında bakarsak oradaki kadın karakter yaptığı evliliğe kadar sezgilerindeki soruları hiç sormamış, kabul edilmiş, genel geçer bir hikâyenin peşinden gitmiş bir kadın. Ama bir şeyler yolunda gitmiyor. İlişkiden beklenen canlı ve gerçek bağ bir türlü kurulamıyor ve belki de hiç kurulmamış. Kadının kendi benliğine uzak oluşu bakımından yabancılaşma gibi de bakabiliriz elbette ama bendeki hissiyatı safdillik ve sezgilerine dokunmayı öğrenerek büyüyememe hali ve bu halden uyanışı.

► ‘Gözbağı’ adlı öykü bir kadının tabularının yıkılıp yeniden doğuşunu anlatırken yaşadığımız şehir hayatından da bahsediyor. Neleri kaybediyoruz ve neler bizlerin normali haline geliyor?
Biz sosyal varlıklarız. Şehir bizi daha da sosyal kılarken kendi içine kapalı küçük topluluklara da bölüyor. Modern hayatın hızlı döngüsü de hayatı yaşanandan ziyade yetişilen bir şey haline getirirken yaşanan ekran çağı yaşamı sergilenen bir şey haline de getirdi. Bu süreçte birbirimize ve kendimize ruhsal ve duygusal açıdan dokunmayı unuttuğumuzu düşünüyorum. İşte burada hem kendimize hem hayata karşı yabancılaşıyoruz. Yaşamla ve yaşamın döngüleriyle kurduğumuz bağı inceltiyoruz. İncelikleri, ayrıntıları, farklılıklarımızı unuttuğumuz bir yaşam ne kadar normalse o normali ve sonuçlarını yaşıyoruz.

► Kitapta asıl mevzu kadınlar da olsa başka kavramlar da gözümüze çarpıyor. Dostluk, çevre bilinci, tüketim çılgınlığı, yabancılaşma…
Kitabın kahramanları kadınlar ama yaşadığımız hayat hepimizin. Hepimizin ortak mevzuları, ortak dertleri var. Bir insanın yaşantısını dostlarından bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi, içinde olduğumuz doğadan, üzerine bastığımız topraktan da ayrı düşünemeyiz gibi geliyor. Tabii, hep kentte yaşamış biri olarak kent yaşamının gerçeklerinden de ayrı düşünememiş olmalıyım ben de.

► Türkiye’de kadınların en önemli meselesi her alanda, şiddet. Bu sorun nasıl çözümlenir?
Bu sorunun keşke basit bir cevabı ve çözümünün tek bir yolu olsaydı. Çözüm her ne olursa olsun yasalarla desteklenmeli. Şiddet hayatımızın her yerinde. Üstelik sadece fiziksel değil, psikolojik ve gizil bir biçimde de hayatımıza sızmış durumda. Bu soruya daha bireysel olarak ne yapabiliriz açısından cevap vermek istiyorum bu sebeple. Ataerkil zihniyetin içinde yaşıyoruz ve farkına vardığımız / varmadığımız bir sürü ataerkil kodu taşıyoruz. Bu kodları çözmeliyiz gibi geliyor en başta. Bu zihniyeti besleyen ve bu zihniyetten beslendiğimiz yerleri bulup dürüstçe üzerine gidebilmeliyiz. Hepimizin bir etki alanı var. O alanları dönüştürmeye başlayabiliriz. O zaman daha insan insana, her birimizin içindeki eril ve dişil özelliklerimizle, daha dengeli hayatlar kurabiliriz belki.

* Bu söyleşi 17 Aralık 2020’de BirGün gazetesinde yayımlanmıştır.

https://www.birgun.net/haber/kadinlarin-cigligi-326934

Erkeklere de Anlatılsın Bu Öyküler

Buket Arbatlı’nın ilk öykü kitabı Erkeklere Her Şey Anlatılmaz 2020’nin Mart ayında Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı, biz evlere kapanmadan, işler olağanüstü bir hal almadan kısa bir süre önce. Kitap benim listeme gerek adı gerekse ilk öykü kitabı olmasıyla girmişti ve inzivamın ilk günlerine eşlik etti.

Kitapta on altı öykü yer alıyor. Her öyküde yazar gözlem yeteneğinin oldukça güçlü olduğunu hissettiriyor bize. Yalın bir dili var ve bu yalın dil adım adım öykü mekânlarında dolaştırıyor bizi. Gelin, öyküler arasında dolaşalım biz de. 

Eskisi Gibi Olabilecek miyiz Madam? adlı ilk öyküde anne-çocuk ilişkisinden ziyade; kadın ve çocuk ilişkisine bakıyor Arbatlı… Bir çocuğun rahme düştükten sonra veya büyüdükten sonra kadın ve erkek ilişkisine nasıl etki edebileceğini, kadının annelik ve sevgililik durumları açısından farklı karakterler üzerinden inceleniyor bu öyküde.

Yalnızlık Öldürür öyküsünde kadın erkek ilişkisinde ilişkinin öznelerini sorgulatıyor bize. Toplumsal cinsiyet kalıplarının aksi karakterler çizerken kadın ve erkek arasındaki duygusal farkları; kadının duygularıyla bir bütün olduğunu, erkeğin bunları daha rahat hasıraltı edebildiğini görüyoruz. Kadın hep daha duygusal.

Yeryüzü İnsanları ağabey ve kız kardeş ilişkisini anlatırken anne-oğul ve anne-kız ilişkisine de bakmamızı sağlıyor. Arka planda bencil annelerin kız çocuklarına bıraktıkları mirası görürken ataerkilliğin içimize işleyen kodlarını ve kişileri ezen çarklarını görüyoruz.

Kumrular, sonu diğerlerinden farklı biten, etkileyici bir öykü. Kadınlık o kadar erkeklerin nazarında aranıyor ki bu öyküde kahramanımız kadınlığını ve cinselliğini yok gibi olan kocasının üzerinden kuşlarla sorguluyor. 

Şiir Neyi İyileştirir? adlı öyküde alt çizdiğim yerler var, ama bu öykünün teknik anlamda biraz daha çalışma gerektirdiğini düşünüyorum.

Samuray Atına Binip Gittiğinde adlı öyküde iki kadın arasındaki bağa şahit oluyoruz. Araya erkekler girip çıksa da sağlam bir dostluk bir hastane odasından, en zor hastalıklardan birinden yüzünü gösteriyor. Ancak hikâye ile ilgili biraz daha detay bilmeye ihtiyaç duyuyoruz bu öyküyde. Vurgulanan yerlerin vurgusu hikâye eksik kaldığı için tamamlanmamışlık hissi yaratıyor içimizde.

Erkeklere Her Şey Anlatılmaz kitaba adını veren öykü… Erken evlenmiş, çocuğuyla birlikte büyümüş bir kadın var öyküde. Kendine kadın bile diyemeyen bu karakter, çocuklukta kalmış, erkeklere karşı tecrübesiz. Öykü boyunca kadının kafa sesinde rahatlıkla dolaşıyoruz, düşünceler akıyor; onun gözünden erkeklere bakıyoruz; ancak tanrı anlatıcı ile anlatılan bu öyküde adamın kafa seslerini duyamıyoruz. O zaman neden birinci tekil şahıs ile anlatılmadığı düştü benim aklıma okuduktan sonra. Bir de hikâye zamanlarına biraz daha dikkat ederdim ben olsaydım.

Buket Arbatlı’nın öykü mekânları evler, oteller, hastaneler ve restoranlar… Mekânlar güzelce canlanıyor gözünüzde; kitabın atmosferinin rengi tam kapağı gibi gül kurusuyla bezenmiş gri…

Remzi Bey’i Evlendirmek öyküsünü bir gözlemci anlatıcıdan dinliyoruz. İçinde bolca hayal kırıklığı barındırıyor bu öykü de. Kadın ve erkek arasındaki aşk da oluyorsa oluyor diye anlıyorum ben, burnu fazla sokmamak lazım.

Aile Sofrası öyküsünde kafa sesleri ve tanrı anlatıcının sesi birbirine karışıyor. Bu açıdan birkaç paragraf dokunuşu iyi olabilirdi. Çünkü özellikle yapılmış bir biçim görünmüyor ortada. Burada da bencil anne figürü çok baskın; hatta anne burada bir hükümdara dönüşüyor. Kız çocuklarını büyütmeyen, büyüdüklerinde onlara isteklerini söyletmeyen bir hükümdar. 

Ağaçların Dili; kendimize kurduğumuz dünyalar ve kaçış rotalarımızı sorgulatıyor bize. Yine oldukça hüzün ve hayal kırıklığı barındırıyor bu öykü de içinde. 

Bakire Meryem’in Bahçesi aldatan ve aldatılanın birbirine karıştığı bir aldatma öyküsü. Aşkının peşinden koşan bir kadın anlatıcısı var öykünün. Kitabın birinci tekilden yazılan ilk öyküsü ve bence buraya kadar olan öyküler içinde en iyisi. Duyguyu gayet güzel yakalıyor, okura geçiriyor.

Buraya kadar kitapta yakalanan konularla birlikte kitabın içine çekilirken bir taraftan da bir şeyin beni ittiğini hissediyordum. Bu öyküyle birlikte tanrı anlatıcıların birçok öyküde gerekli olmadığı sonucuna kesinlikle varmış oldum. Birinci tekilde daha iyi olabilirdi o öyküler…

Tabii bu arada tanrı anlatıcının bence  en iyi kullanıldığı Elimi Tut öyküsüne değinmeden geçmeyelim. Yalnızlık, iki kişi arasında kurulan bağ ve ölüme tanıklık etme temaları öne çıkıyor bu öyküde.

Hayat Burada Bir Kalp Gibi Atar öyküsü kitabın iyi öykülerinden biri. İçinde yine aileler, erkek ve kız çocukların anne ile olan ilişkileri ve belirgin bir baba figürü var.

Ölüm teması Beautiful Tango öyküsünde iyice kendini belli ediyor. Kadının yaşlanma sürecinde bedeniyle ve erkeklerle kurduğu ilişkiye erkeklerle karşılaştırmalı olarak bakıyor yazar burada. Bu öyküyü oldukça mekanik bulduğumu belirtmeliyim. Bedenin bir duygulanım yeri olduğunu düşünürsek duygularda daha derinleşen bir öyküyü okumaktan daha çok zevk alırdım. 

Kitap, Satılık Ev ve Abdullah Aşçı’yı Aramak öyküleriyle tamamlanıyor. 

Buket Arbatlı anlatısının içinde doktorluk kariyerinden beslendiğini hissettiriyor bize. Hastalar, hastaneler, ölmekte olanlar, refakat edilenler ve edenler var bu öykülerde. Bazı anlatılarını edebiyata ve mitolojiye göndermeler ile besliyor Arbatlı. Birçoğu kadın hikâyeleri, erkeklerin de gizli kadın kahramanları var. Değinilen konuların oldukça çekici olduğunu düşünüyorum. Kadın-erkek, kadın-aile, erkek-aile, ilişkiler, ölüm, yakınlık, cinsellik… Ayrıca aile ilişkileri ve çocukluk bağlarının yetişkin hayatlarındaki etkisi bambaşka noktalardan ortaya çıktığı aşikâr, Arbatlı bu noktaları iyi yakalamış; erkeklere de anlatılsın. Bazı noktalarda, yukarıda da belirttiğim hususlarda ufak dokunuşlar, çok daha iyi bir ilk kitapla tanıştırabilirdi bizi. 

Erkeklere Her Şey Anlatılmaz, Buket Arbatlı, Sel Yayıncılık, Mart 2020

Sokaklardan Satırlara…*

Sorsanız çok uzun diyebileceğim bir kitap ismiydi Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler… Ancak Deniz Poyraz’ın kitabı 2018’in başında yayımlandığında yeni çıkanlar arasında dikkatimi çeken, “beni oku” diyen kitaplar arasında yerini aldı – kim bilir belki de isminden çekmişti ilgimi…

Deniz Poyraz genç kuşak yazarlarımızdan. Mühendislik eğitimini yarıda bırakarak sanat tarihi okumayı seçmiş, ardından yayıncılık alanında yüksek lisansına başlamış, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanan bir yazı işçisi.

Kurduğu öykü dünyasında da emekçi bakışından ödün vermemiş; ezilmiş, yer yer kaybetmiş, toplumun hem aşina olduğu hem de çok ilgilenmediği karakterleri zaman zaman sokaklardan satırlarına taşımış.

Karakterler genellikle yaşadıkları dünyaya alışma çabası içerisinde, zaman zaman içinde bulundukları durumlara yabancı hallerde çiziliyor öykülerde. Sıklıkla birbirine zıt dünyalar karşı karşıya geliyor. Bu zıtlık kimi zaman kültür farkı oluyor, kimi zaman elde bulunan fırsat farkı oluyor, kimi zamansa hayaller ve gerçeklerin farkı. Prensler ve tebaa, efendiler ve ayaktakımı hep karşı karşıya…

Hayatta kalma çabası içerisinde olan karakterler de çıkıyor karşımıza. Bunların da zaman zaman boyun eğerek zaman zaman isyan ederek kimi zaman da çabalayarak yaşama tutunduklarını görüyoruz.

Her karakter çok da masum değil. İnsanın ikiyüzlülüğü ve pisliğinin, yersiz egolarının yüzümüze çarptığı öyküler de var. Karakterler karşı karşıya kalınan o zıt dünyalarda zıtlıklarıyla ortaya çıkıyorlar.

Poyraz’ın dili diyaloglarda sokağın tınısını yansıtırken anlatımda kısa sürede yerine oturuyor. Birinci tekil, üçüncü tekil derken farklı ağızlardan öyküler okuyoruz. Kitabın altıncı öyküsü ‘Fındıkların Altında’ ile öykünün kuruluşu ve anlatımı konusunda öyküde bir kendini tekrar hissi uyandırsa da ardından gelen öykülerle bu hissi azaltmayı başarıyor. Biçim olarak farklılaşan tek cümlelik bir öyküsü de var.

Poyraz öykülerine mekân olarak geniş bir coğrafya seçmiş. Hikâyeler İstanbul’un sokaklarından Giresun’a, Şavşat’a, İzmir’den Diyarbakır ve Urfa’ya kadar pek çok yere uzanıyor. Zemine ise futbol ve sigarayı yerleştirmeyi atlamamış.

Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’e gelince bu öykünün kitaba ismini vermesinin birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum. Bir yandan küçük, inançlı, her şeye rağmen dürüst, ama ezilen ve kaybedenlerin dünyası var bu öyküde, bir yandan da Poyraz’ın kuşağının en önemli olaylarından birine – Gezi olaylarına bir atıf.

Kitap on öyküden oluşuyor. Kimi öykülerde hayat karşısındakine oyunlar oynuyor, kiminde tanımadığı hayatlar insanları değiştiriyor. Bazen insan, gerçek olduğunu düşündüğü bir şey yüzünden farkında olmadan korkuyla hayatını değiştiriyor. Bazen de hayatını başkalarının elinden kurtarıyor.

Deniz Poyraz öykülerinde sanatın, edebiyatın, düşünce hayatının ustalarına da selamlarını işlemeyi ihmal etmemiş. Doğrusu kurduğu öykü dünyasının nasıl genişleyeceğini merakla bekliyorum.

* 23 Ağustos 2018 tarihinde BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Sokaklardan satırlara…

 

 

Üç Dönemin Paramparça Hayatları*

Melike İlgün’ün dördüncü romanı Paramparça, Alfa Kitap etiketiyle geçen nisan ayında yayımlandı. Aşktan yola çıkarak liderleri, tarihte iz bırakmış karakterleri günümüze taşıyan, geçmişteki hikâyelere ve dönemlere kadınların yüreğinden bakmamızı sağlayan İlgün bu kitabında Nâzım’ın yaşamını anlatacak bir kitap projesini yürüten editör Zeynep’in, Nâzım’ın aşklarına tanık olurken kendi hayatının sorularına cevap bulma sürecini anlatıyor. Zeynep babasızlığının acısını yüreğinde taşırken hem babasının onu terk etmesinin öfkesini diğer terk edişlerde yeniden yaşıyor hem de içinde uyanan, yeni farkına vardığı duygularıyla baş etmeye çalışıyor. Proje ilerledikçe Zeynep’in sorularının cevapları için kapılar aralanıyor. Ve Zeynep, kendi çocukluğuna dair izleri bulurken Türkiye’nin önemli bir dönemine de tanıklık ediyor.

İlgün, kitabının eksenine yine aşkı oturtmuş. Bu aşk kimi zaman sevgiliye duyulan aşk oluyor, kimi zaman da bir babaya… Zeynep’in başında olduğu proje her ne kadar Nâzım’ın hayatına dair olsa da Zeynep bir insanın yaşamının, aşklarından arındırıldığında hep eksik kalacağının düşüncesiyle Nâzım’ın aşklarının da izini sürüyor.

Mavi Gözlü Dev

Piraye, Münevver, Vera ve Galina… Nâzım’ın hayatına bazen onunla bazen onsuz bazen de ona rağmen eşlik etmiş, göğüs germiş kadınlar… Minnacık devler… Başlarına gelecekleri seze seze içlerindeki aşkın peşinden gitmiş, yol gözlemiş, bir şairin ününün ve siyasi yaşamının gölgesinde hep ‘biri’nin karısı veya sevgilisi olmuş kadınlar… O kadınlar olmasaydı Nâzım, Nâzım olmayacaktı; o kadınlara duyulan aşk olmasaydı, Nâzım’ın, aşkı o kadar güzel anlatan dize ve satırları olmayacaktı belki de.

Bir de Nâzım’a Mavi Gözlü Dev şiirini yazdıran Nüzhet var… Nüzhet olmasaydı belki de Nâzım aşklarında yalnızca bir âşık olacaktı…

Kadın olmak

İlgün kitabında kadınların hikâyelerine yer vermiş ağırlıkla. Roman boyunca Piraye, Münevver, Vera ve Galina’nın yanında Zeynep, Zehra, Güleser ve Ahsen’in de hikâyelerine şahit oluyoruz. Günümüzün evli ve çocuklu, çalışan kadınını okurken tek başına yaşayanların arayışlarına, tek başına kadın olmanın zorluklarına, erkek egolarının gölgesinde verilen yaşam mücadelesine tanık oluyoruz.

Bugüne eleştirel bakış

Yazarlık ve eğitmenliğinin yanında televizyon geçmişiyle de tanıdığımız Melike İlgün, romanında yayınevinde çalışan bir editörün gözünden yayıncılık ve edebiyat dünyasına eleştirel bir bakış sunarken, Zeynep’in gazeteci ve televizyoncu arkadaşı Zehra aracılığıyla medyanın durumunu da gözler önüne seriyor.

Türkiye’nin yakın tarihi

Romanın en etkileyici sahneleri Türkiye’nin yakın tarihinin zeminine döşenen kurgusal kısımda yer alıyor. Ancak bu bölümden fazla bahsetmek kurguya dair fazla ipucu vererek kitabın büyüsünü kaçırabilir. Bu nedenle şu kadarını söyleyebilirim ki duyduklarınızı veya bildiklerinizi hatırlayacak, bilmiyorsanız bu zamanları daha detaylı araştırma ihtiyacı çekeceksiniz.

‘Bu Kitabın Yol Arkadaşları’

Kitabın sonunda ‘Bu Kitabın Yol Arkadaşları” başlığıyla bir çalma listesi yer alıyor. Melike İlgün bu parçalar eşliğinde yazmış olmalı romanını… Doğrusu, kitabı bitirdikten sonra bu acıklı listeden en çok Adalet Vezirov’un hüzünlü kemençesini yakıştırdım romana.

* Bu yazı BirGün Kitap Eki’nin 198. sayısında yayımlanmıştır. (13.07.2018)

https://www.birgun.net/haber-detay/uc-donemin-paramparca-hayatlari-223072.html

Mavi Eşekler’in Yolculuğu*

Hakan Bayhan’ın dördüncü çocuk kitabı Mavi Eşekler Adası,Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaplarında yolculuk temaları üzerinden ilerleyen yazar, farklılıklarımızın bizi zenginleştirdiğini, bunlara rağmen birlikte yaşayabileceğimizi anlatmaya devam ediyor. Hakan Bayhan ile foto muhabirliğinden yazarlığa uzanan serüvenini, çocuklar için yarattığı kahramanlarını, düzenlediği masal atölyelerini ve son kitabını konuştuk. 

Dördüncü kitabınızı yayımladınız.  Çocuklar için yazmaya nasıl başladınız?

Çocukluğum kalabalık bir aile ortamında geçti. Doğduğum coğrafyada kış çetin geçerdi. Kış geceleri biz çocuklar için eğlence demekti. O zamanlar sadece radyo vardı. Bir de yaşlı kadınların bize anlattığı masallar… Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan devler… Anlatırken aslında döktükleri gözyaşlarını kendileri için döken masal anlatıcı kadınlar… Böyle bir çocukluktan gelip gazeteciliğe foto muhabiri olarak başladım. Daha sonra yazı işlerinde, işin mutfağı tabir edilen yerde çalıştım. Ardından bulunduğum gazetelerde kültür sanat alanında çalıştım. Radikal Gazetesi’nin kitap ekinin görsel yönetmenliğini yaparken bir yandan da edebiyatı okumaktan öteye götürüp yazmaya, yazdıklarımı kenara atmaya, hikâyeler biriktirmeye başladım. Ancak gün yüzüne çıkarmayı hiç düşünmedim. Sonraları kızım dünyaya gelince bir kırılma yaşadım. Kızımla beraber gözlemlerim daha da arttı, farklılaştı diyebilirim. Gece o yatarken uydurduğum masallara verdiği tepkileri görünce diğer çocukların da bunları okuması gerektiğini düşündüm. Hatta o dönemde, bir roman üzerinde çalışıyordum. Ancak bir gün ani bir kararla romanı bilgisayardan silip çocuklara için yazmaya karar verdim.

Bu süreçte çocuklar tarafından en çok sevilen kahramanınız hangisi oldu? Neden?

Nedeni aslında çok basit, çocuklar genellikle kendilerine değen, bağ kurabildikleri, özdeşleşebildikleri kahramanları daha çok seviyorlar. Kendilerini o kahramanın yerine koyup masalın içine giriyorlar ve bu andan itibaren onlar için asıl macera başlıyor. Küçük Salyangoz Pişinga masalında en çok Pişinga karakterini sevdiler. Uçmaya, gezmeye, yeni yerler görmeye meraklı Pişinga’da kendi özlem ve isteklerini buldular galiba. Bir de ilk iki kitaptaki Kerem var. Onu da pek sevdiler. Kerem gibi maceraya atılmak, olmayanı oldurmak, sırt çantasını alıp yola çıkmak çocuklar için önemli bir duygu olsa gerek.

Mavi Eşekler Adası’nda özgür, adil, mutlu bir toplum umudu var. Farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabileceğimiz düşüncesi…  Mavi Eşekler Adası fikri nasıl doğdu ve gelişti?

Evet farklıyız… Sen de, ben de farklıyız. Ancak bundan korkmamalıyız. Öte yandan kutuplaşmanın, ötekileştirmenin ve nefret söyleminin tavan yaptığı bu süreçte, çocukların bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yolda, sokakta, okulda, TV’lerde ve hayatın her alanında neredeyse hep bu ayrıştırıcı, ötekileştirici dile maruz kalıyorlar, kalıyoruz. Sevmekten korkmamalarını; sevginin, paylaşmanın bizleri çoğaltacağını, özgür olurlarsa kendileri olacaklarını, adil olurlarsa mutlu, huzurlu olacaklarını sadece Mavi Eşekler Adası’nda değil, yazdığım tüm masallarda göstermek istiyorum. Farklılığımıza rağmen birlikte yaşamanın zenginlik olduğu, farklı renklerin, dillerin ve dinlerin hayat devam ettiği sürece hep var olacağı gerçeğinden yola çıkıyorum.

Yolculuk teması her kitabınızda var. Bu zemini seçmenizin özellikli sebebi nedir?

Çok klasik olacak belki ama hayat bir yolculuk değil mi? Çocukluğumda yolculuklardan hep korkardım. Bu korku kaybetmek korkusuydu galiba. Var olanı elinden yitirme, kayıp gitmesi korkusu. Büyüdükçe yolculuğun kaybetmek değil, aksine bulmak, keşfetmek olduğunu idrak edince keyif almaya başladım. Bir anlamda çocukluğumdaki kendim ile yüzleştim. Gitmek, gidip görmek, kendinden farklı olan ile karşılaşmak onu tanımak sevmek. Zorluklarla mücadele etmek, birey olmak, kendi başına karar vermek. Bunlar hele ki çocuklara daha ilginç geliyor.

Yeni nesil neler okuyor?

Teknolojinin erişilebilir olmasıyla beraber internet hayatın her alanına girdi. Çocuklar iyiyi kötüyü seçiyorlar. Hoşlanmadığı şeyi, kendine değmeyen kitabı okumuyor mesela. Neden Harry Potter rağbet görüyor? Çünkü içinde bilim var, gizem var, aksiyon var ve daha pek çok bileşen var. İçinde kendilerine ilginç gelen, sıcak hikâyesinde kendilerini buldukları her kitaba ilgi gösteriyorlar diye düşünüyorum.

Biz yetişkinlerin çocuklardan öğrenmesi gereken şeyler nedir?

Çocuklar biz yetişkinlerden daha yalın, daha yalansız ve doğrular. Onlar neyin iyi, neyin kötü olduğunun farkındalar ve bunu da tüm saflıklarıyla ifade etmede bir sakınca görmüyorlar. Çocuk deyip geçmemeli, “Anlamazlar” dememeliyiz. Onların algılama kapasiteleri biz yetişkinlerin çok üzerinde. O yüzden hangi yaştalarsa ona göre davranmanın doğruluğuna inanıyorum. Bir de bir laf vardır: Çocuğun seviyesine inmek. Bu bana çok itici geliyor. Ne seviyesi? Onların algıları bizden bin kat daha açık ve berrak. Duygu dünyaları, düşünme biçimleri ve hayalleri farklı. Yetişkinlerin göremediği birçok ayrıntıyı onlar ilk bakışta görüyorlar. Ben de elimden geldiğince dinlemekten ve onları yargılamadan onlardan bir şey öğrenebilir miyim diye gözlemliyorum.

Yaptığınız masal atölyelerinden bahsedelim biraz da…

Çocuklarla bir şey yapmak, onlarla vakit geçirmek benim açımdan hele hele ki yolun daha başında olan bir yazar olarak çok kıymetli bir durum. Çocuklarla masal atölyesi yapıyorum. Siz de yazar olabilirsiniz diye. Önce çocuklar kendilerini tanıtıyorlar. Bu, çocukların birbirini tanımalarına vesile oluyor. Nelerden hoşlanırlar, neler ilgilerini çeker, bunları anlatıyorlar. Daha sonra onlara bir önerme veriyorum. Ve çocuklar kendi masallarını yazıyorlar. Daha sonra her çocuk kendi yazdığı masalı sırasıyla okuyor. Öyle güçlü, öyle sıkı masallar çıkıyor ki. İşte o zaman umudum yeniden yeşeriyor. Evet, diyorum kendi kendime, geliyorlar. Geleceğin yazarları olarak geliyorlar!

Mavi Eşekler Adası’ndan sonra sırada ne var?

Şu sıralar iki çalışma içerisindeyim. İlki 4-6 yaş okul öncesi çocukların ilgisini çekebilecek bir üçleme masal. Arkadaşı olmayan küçük bir kız çocuğu ile bulutun hikâyesi… Diğeri de Osman Hamdi Bey ile ilgili bir masal. Ressam, müzeci, arkeolog ve sanat eğitmeni Osman Hamdi Bey’in tarihimizde önemli bir figür olduğunu düşünüyorum. Sadece Kaplumbağa Terbiyecisi eseriyle tanınıyor. Daha birçok eseri var. Hayatını arkeolojiye, sanata adamış bir insanın çocuklar tarafından bilinmesini istiyorum.

* 21 Haziran 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Bulut Omak Vardı Dünyada, Güneşi Gezmek*

“yalnız çocuk kitapları okumak, / çocuklar gibi düşünmek, / büyümüş olan her şeyi kovmak, / derin acıdan silkinip kurtulmak. / ölesiye bıktım yaşamaktan, / bir şey beklemiyorum ondan, / ama seviyorum çıplak toprağı, / ondan başkasını tanımadığımdan.” – Osip Mandelstam

Gökyüzüne ayaklarından asılı, oturma yeri bembeyaz bir bulut olan kırmızı sandalyeye misafir olmuş; durduğu yerden kafasını kaldırıp gözlerini buluta dikmiş bir salyangoz kitabın kapağında beni bekliyor. Bir tuhaflık var gökyüzünde. İki ton mavi birbirinden net bir çizgiyle ayrılmış; ufuk çizgisi desen değil, renk geçişi desen değil…  Arkasını çeviriyorum kitabın: “Ve birden bulut, bir kurşun külçesi rengini ve ağırlığını aldı düşüp kaldı ahırın ortasına boğuk bir sesle. Adamcağız ahırın ortasında bulutun ve oğlunun arasında kalakaldı. Açtı ahırın kapısını boğulmamak için, ayın ışığı aralık kapıdan sokuldu içeri. Çocuk ancak görmüş geçirmiş bir adamda görülebilecek bir vakarla çıktı ahırdan. İçeriden bir urgan aldı, yerde yatan bulutun ölüsünü hayvan pisliklerini temizlemek için yapılan kanaldan sürüyüp çıkardı evin önüne.”

Belli ki bulutlar, sandalyeler ve salyangozlar kahramanlaşacak kitapta. Kapağa tersten baktığımda sandalye mavi zeminli mavi duvarlı bir odada duruyor sanki. Gökyüzünü ayıran çizginin tabanla duvarı ayıran çizgi olduğu anlaşılıyor şimdi. Bulut sandalyenin oturma yerinde hâlâ; belli ki gerçekle düş karışacak bu kitapta…

Salyangozlar, Sandalyeler, Bulutlar; 2012 yılında Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü alan Deniz Karanfil’in şiirsel bir dille kaleme aldığı bir ilk öykü kitabı… Kitap geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın içindeki on dört öykü kısa olduğu kadar yoğun.

Başlangıcını yazımın başına aldığım, Osip Mandelstam’ın şiirinden bir alıntıyla başlıyor kitap.

“… çok uzak bir bahçede sallandım

tahtadan bir salıncakla,

hâlâ hatırlıyorum ılık bir sis içinden

o yüksek, kara ağaçları.”

Çocukluğun salıncağından…

Böylece daha ilk sayfadan çocukluğun salıncağından bakmaya başlıyoruz dünyaya. Bu başlangıç çocuklarla, çocuklukta bir yolculuğa hazırlıyor okuru. Çocuk gibi düşünmek, hayal kurmak, düşleyebilmek öykülerdeki kahramanların en çok yapmak istediği şey belki de. Ancak her şey o kadar kolay değil, hayaller çocukluğa sıkışmış, yetişkinlerin dünyasına taşınamamış.

Büyümüşlerin evreninde hayallere yer olmadığı için onlar ya saf çocuk geçmişlerine özlem duyuyorlar ya da özlem hissetmeyecek kadar onu unutmuşlar. Öyle ki hayata anlam yükleme çabasında sınıfta kalanlar var. “Öğrendim, hiç kaybetmezmiş anlamsızlık.”

Yalnızlık derin…

Öykülere derin bir yalnızlık duygusu hâkim. Kimi zaman bir köyün kimi zaman bir kasabanın kimi zaman da bir şehrin yalnız, köşede kalmış, kenara itilmiş insanları bu öykülerin kahramanları… Hayal güçlerini bastırdıkça sıradan, mutsuz, ailesine ve çevresine yabancı, öç alan, mutlu olmayı beceremeyen insanlara dönüşmüşler. Kimi zaman kaçmayı kimi zaman unutmayı kimi zaman yalnızlıklarını başka yüreklerle başka bedenlerde yatıştırmayı seçiyorlar. Şaşırmıyorlar, aldırmıyorlar, yaşamıyorlar, yaşayamıyorlar.

Kalabalık yalnızlıklar, kalabalığın içindeki yalnızlık…

Salyangozlar, sandalyeler ve bulutlar da yalnız bu kitapta. Yazarın yalnızlık tariflerinden biri “Gece Gece”öyküsünde:

“Dört direkle yükseltilmiş üzeri taze ağaç dalları, etrafı çullarla sarılmış bir barakanın ortasında çırılçıplak insanlar buldu. Neşeli, sarhoş ve şehvetliydiler. Birbirlerinin gövdesinde kıvrılışlarını, kaybolup dönüşlerini izledi. İçeri girdi bir köşeye geçip oturdu. Ne bir davet ne bir selam vardı, kalkıp çıkarmaya başladı üzerindekileri. Çırılçıplak olduğunda herkesi giyinmiş toparlanır buldu. Sonra teker teker çekip gittiler.”

Ölümün gerçekliği…

Ölüm öykülerde sık sık karşımıza çıkıyor. Cenazede, mezarda, ölmeden önce bırakılan bir mektupta ölüm ve yaşam ortaya konuluyor. Bu, insanın kendisiyle yüzleşme şansıyken görmezlikten gelinip bir kaçış da olabiliyor.

Çocuklara bahşedilen düşler…

Düşler çocuklara bahşedilir.

“Bulut olmak vardı dünyada; güneşi gezmek.”

Yetişkin olup düşlerde olmak pek de iyi karşılanmaz. Ancak çocuk için de yetişkin için de hayal gücü önemlidir; insanda nüvesini hissettirir. Bu nedenle “zamanın uçtuğu zamanlar”ı var kahramanların…

Salyangozlar, Sandalyeler, Bulutlar çocuk düşlerin umudunu taşımaktan ziyade, özgürlüğümüze, hayallerimize, kendimiz olmaya, içimize dönüp çoğalmaya dair büyük bir özlem barındırıyor içinde. Hayalleri yok sayanların, arzularını bastıranların, kendi kapanlarını yaratmışların dünyasında, özümüzü kaybetmemek için gereken gücü bulmamızı fısıldıyor bir yandan da…

SALYANGOZLAR, SANDALYELER, BULUTLAR

Deniz Karanfil

Can Yayınları, 2018

* 8 Şubat 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

El İncesi*

Karşılaşmalarla örülmüş yalnız bir yolculuktur hayat. Hikâyeler birbirine dokunup geçer, bazen birbirinde yaşar. İzler bırakırız birbirimizde. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmediğimiz yabancıların yakınlığını hissederiz içimizde. Çünkü kim olduğundansa birlikte konakladığımız duygulardır bizi birbirimize bağlayan.

Öğrenilmiş tanışıklıklardan uzak, yüreğe dokunan aynılıklarla hatırlarız birbirimizi. İçinde olduğumuz yolculuk, algılayabildiğimiz zamanlar ötesine yayılmış. Bizler o zamanın misafiriyiz sadece. Geliyoruz; az çok duruyoruz, onunla birlikte akıyoruz, gidiyoruz. Yerimizi yenilere bırakıyoruz.

Bu çoklu görünen yalnız varoluşta, var olmak için seçmediğimiz aidiyetlerin güvenli kuytusuna sığınıyoruz çokça. Oysa yolda ilerledikçe hayat, en iyi varoluşun kendine ve insana sığınarak gerçekleştiğini gösteriyor bize. Ve bu sığınak en çok yolculuklarda ortaya çıkarıyor kendini;seni sarıyor, sarmalıyor, kendinle baş başa bırakıyor…

O gitme hali… Bir kere bu hazzı duyan hangi insan vazgeçebilir gitmekten, yol almaktan? Varmanın değil yol almanın güzelliğidir insanı değiştiren ve dönüştüren… Arkada bıraktığın kimi zaman bir hikâye, bir şehir, kimi zaman bir yabancı, bir aşk… Arkada bıraktıkların geçmişindedir;ancak zaman denizinden bir damla karışmıştır ömrüne… Ne sen eski sen olabilirsin ne de bıraktıkların eskisi gibi…Önünü alamadığın değişim, yalnızlığında yakalar seni.

O, yolda olma hali… Gitmek belki de; sırtını döndüklerin, kucağını açarak göğüslediklerinle, yazdığın ve dokunduğun hikâyelerle sancıya sancıya büyümek demek… Bağlarını koparmak ve yeni bir hayat kurmak…

Yoksa özgürlük müdür gitmek? Gidebilmek? Bazen özgürlük gibi gelse de kulağa, bir mahkumiyet de sayılabilir baktığın yerden. Zaten yaşanan tek bir hakikat olsa da herkes kendi gerçeğini anlatır. O nedenle haklı da haksız da zaman zaman anlamını yitirir yarattığımız, öğrendiğimiz, varoluşumuzu hissedemediğimiz yaşantılarımızda… Belki ait olmamanın özgürlüğü belki aynı gemide olmanın bilinci, farklılıklarımızı eşitler doğanın ve ölümün karşısında…

Hayat fırtınalar yaşatır.

“Zamanın direğine tutunursun, aşkın, özleyişlerin ve arayışların duvarlarına yaslanır, düşmemeye çalışırsın. Ancak, teknenin bir fındık kabuğu gibi denizin yüzeyinde çırpınan, yol almaya çalışırken sürekli bir yana düşen yalpasında, ayakta durmaya çalışır ve bunun için bir sabite ihtiyaç duyarsın. Düşüncelerin, duyguların ne yana yatarsa yatsın, bedenin bu kaygan zeminde yaslanacak bir yer arar sürekli. Teknenin yanında hep küçük kalan o pervane, haddinden büyük suları iterken, hayatın neresinde olduğunu ve koca okyanuslarda, o sonsuz gibi görünen denizlerde ilerlemenin ne kadar küçük bir adım olduğunu gösterir sürekli. Fakat yine de yol alıyor olmak, bu yolu haritada görebilmek, dışarıdaki rüzgârlara, fırtınalara, fırtınalardan sana ulaşan ölü dalgalara, içine düştüğün her yalpayla dengeni bozan sallantılara rağmen, zor da olsa akışın sürdüğünü bilmek, içindeki bir parça umudu da hep ayakta tutar.”

Fırtınalar yaşanır; tehlikelidir, korkutur… Macellan fısıldar kulağımıza “…bu engeller kıyıda kalmak için yeterli değildir” diye… Ve özümüz bilir, “…bütün fırtınalar yüzeye zarar verse de derinden bir şeyler hep yaşama dursun diyedir aslında.”

***

Sitem Ateş, Chiviyazıları Yayınevi’nden çıkan ilk romanı El İncesi’nde hayatın hikayesini denizin enginliğinden topladığı duygu ve olaylarla ince ince işliyor satır aralarına. Zamanı uzatan cümleleriyle uzun bir yolculuk hissine büründürüyor okuru. Başı sonu belli olmadan akan bu zamanın yolcusu insanları, bizi anlatıyor. Ait olmak, olamamak, olmamak arasında; ne zaman, hangi hikâyede yeniden buluşacağımızı bilmediğimiz; bazen yaşamak istesek de yaşayamadığımız başka bir hikâyenin sürgünü olduğumuz hayatlarımızı konu ediyor…

Yola çıkmamak mı? Asla!

Tüm korkularına rağmen gitmek, gidebilmek belki de o yolculuğu hayat yapan…

El İncesi’nden sonra, aynı gemide olmak ve fırtına kopması artık daha anlamlı… Ve denizlerden gelen hikâyelerin el incesiyle birbirine bağlanması, o görünmez bağı hayatlarımızın…

* 8 Şubat 2018 tarihinde http://www.milliyetsanat.com/vitrindekiler/kitap/el-incesi/3875 adresinde yayımlanmıştır.

Rahatsız Edici Bir Öykü*

Hikâyelerin anlatılması ve sonrakilere aktarılması önemlidir. Ancak insan geçmişe dönüp baktığında güzel olan şeyleri hatırlamaya daha çok eğilim gösterir. Acıların izini üstünde taşısa da yok saymayı bazen de olan biteni bilinçaltının derinliklerine itmeyi tercih eder. İşte böyle zamanlarda edebiyat imdada yetişir ve yazarının kurduğu dünyada, iyiyi ve kötüyü harmanlayarak bizlere anlatır. Anlatılanların gerçek olmasına gerek yoktur, ancak gerçekmiş gibi bir etki bekleriz okuduğumuzdan.

Margaret Atwood, Doğan Kitap’tan yeniden basılan Damızlık Kızın Öyküsü’nde bizleri tam da böyle bir gerçeklik etkisiyle yarattığı karanlık bir dünyaya götürüyor. Bu dünya en kısa tanımıyla rahatsız edici… Rahatsız Edenin Gerçekliği

Margaret Atwood, The New York Times’ta yayımlanan makalesinde kitabın yazım aşamasındaki kendi gerçeklik arayışından bahsetmiş. Tarihte yaşanmamış herhangi bir olaya ya da keşfedilmemiş herhangi bir teknolojiye yer vermeme kuralını kendine koymuş ve tarihin farklı zamanlardaki tanıklıklarını birleştirerek Gilead rejimini ortaya çıkarmış.

Görev ve Kuralların Dünyası

Yazar, yaşanan savaşta komutanların yönetimi ele geçirmesiyle birlikte akşamdan sabaha artık İncil kurallarına göre yönetilen bir ülke ile karşı karşıya bırakıyor bizi. Öyle ki, sınıflara ayrılmış toplumda kadınların hesaplarına, çocuklarına ve hayatlarına el koyuluyor; doğurganlık çağında olanlar nüfusta çevre koşullarına bağlı oluşan azalmanın önüne geçmek için, çocuk doğurmaları amacıyla komutanlara tahsis ediliyor. Sınırlar içinde verilen seçme hakları, ölümler arasından ölüm beğenmenin bir başka söyleme şekli sanki. Bu seçme hakkının zaman zaman özgür hissettirmesiyse bir şeyin yokluğunda ortaya çıkan en ufak bir varlık belirtisinin baştan çıkarıcı olmasının bir göstergesi… Görevler ve kurallarla belirlenmiş bu dünyada, güç ellerindeymiş gibi görünse de erkeklerin durumu da pek parlak değil. Nihayetinde duygu ve hazları yasaklanmış bir dünyada kadın veya erkek olmak değil; insan olmak, insan kalmak zor.

Sıra Dışının Sıradanmış Gibi Anlatımı

Kahramanımızın adı Fredinki… Aitlik anlamındaki –ki ekiyle oluşturulmuş bir isim bu. Yani Fred’e ait olan… Bu, anlatılan dönem için oldukça sıradan bir durum.

“Sıradan olan, … , alıştığınız şeydir. Bu size şimdi sıradan görünmeyebilir, ama bir süre sonra sıradan görünecektir, sıradan olacaktır.”

Fredinki, gerçek adını öğrenemesek de June olduğunu düşündüğümüz kahramanımız, bize tam da bu sıradanlığın kabul edilişini gösterir şekilde anlatıyor hikâyesini. Olanı olduğu gibi, bir kamera edasıyla aktarıyor. İletişimin son derece kısıtlandığı bir durumda, nesnelerle kurduğu ilişkiyi, duygularını, düşlerini ve geçmişini bir filmin sahnelerini takip eder gibi okuyoruz. İşin içine “Sevgili Sen” diyerek okuru kattığındaysa anlatılan bu hikâyenin, tüm çaresizliklerine rağmen umuda da bir yolculuk olduğunu anlıyoruz.

Başka Bir Yaşama Dair Anılar

June, söz konusu rejimin öncesine ve sonrasına tanıklık etmiş bir kadın. Bu açıdan bakıldığında yeni gelen nesle göre durumu farklı, değişikliklere alışması daha zor. Ondan sonrakiler için işin daha kolay olacağını görüyor, ancak bunu belirtirken sunduğu gerekçe bir hançer gibi, “Çünkü anıları olmayacak, başka bir yaşama dair.”

Bu vardığı noktada kendi geçmişiyle de hesaplaşmalar yaşayan June, gerçekleşenlerin nasıl olabilir hale geldiğine de bir kapı aralıyor.

“Çok kısa sürmüş fikrimizi değiştirmemiz, bu tür şeyler hakkında.”

Üstopya

Margaret Atwood, yazdıklarını ütopya ve distopyanın iç içe geçmesinden yola çıkarak oluşturduğu “üstopya” kavramıyla tanımlıyor. Oluşturduğu tüm bu karanlık ortamda, bu bilgilerin bize nasıl ulaştığı sorusu bile okuyucuya bir umut kapısı aralıyor aslında. Kitabın içine yerleştirdiği, anlamı okudukça çözülen bir cümle, anlatının sonu ve kitabın sonu ise o umuda verilen anahtarlar niteliğinde.

Geçmişi anlatırken iyileri anlatmayı istemek gibi geleceği düşlerken de iyiden yana hayallerimiz. Umalım ki tarihin sahnesinden satırlara dökülmüş olanlar sadece bir öykü olarak kalsın, sadece bir öykü olarak zihinlerimize kazınsın. Çünkü; “sadece bir öyküyse, daha az korkutucu olur.”

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ
Margaret Atwood
Çev. Sevinç Altınçekiç – Özcan Kabakçıoğlu
Doğan Kitap, 2017

* Bu yazı 21 Temmuz 2017 tarihinde BirGün Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Gitmek, Dönmek, Kalmak Arasında*

İlk kitaplar yazarı için de okuru için de bir heyecan barındırır kendinde. Yazar yazın serüveninde yeni bir yola girmiştir artık. Bu bir öykü dosyasıysa, o güne kadar parça parça yazılmış öyküler toplanmış, onlardan bir bütün elde edilmiştir. Dilin yolculuğu okurun gözlerinin önüne serilmiştir. Okur yeni bir yazarla tanışmak üzeredir. O güne kadar belki azar azar okumuştur edebiyat dergilerinde yazarın kaleminden öyküleri. Ancak eline aldığı kitap yazarın dünyasının anahtarı gibidir. Bugüne kadar etrafında dolaştığı dünya şimdi sayfaların arasından süzülerek anlaşılmak için karşısındadır.

Onur Akbudak, öykülerini toplu kitap çalışmalarında ve çeşitli edebiyat dergilerinde okuduğumuz bir yazar. Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan Kasabada Yeni Bir Şey Yok ise onun ilk öykü kitabı. Kasabanın ve kasaba insanının durağan hayatını, yalnızlığını, sıkışmışlığını ve mutsuzluğunu anlattığı öykülerinde kasabanın sıkıntılı penceresinden doğaya, çocukluğa, arkadaşlıklara, çalışma hayatına ve çocukluğunun geçtiği 80’lerden günümüze bir perde aralıyor.

Yirmi öyküden oluşan kitapta önce kasabayı izliyoruz, yalnızlık bir göz gibi dolaşıyor kasabanın sokaklarında ve evlerinde. Onur Akbudak kitabın ilk öykülerinde insanın insanla kurduğu ilişkiden çok insanın doğayla, hayvanlarla, bitkilerle kurduğu ilişkileri ortaya çıkarıyor. Diğer yandan Tostçu Alparslan, Çiçekçi Hasan, Remzi Bey üzerinden kimliklerimizle şekillendirdiğimiz ilişkilerimizin insanda ve doğada eşitlenen haline bakıyoruz.

80’lerin başlarında doğan ve dönemin baskıcı ortamını gözlemleyen yazar, politik duruşunu, topluma karşı sorumluluğunu o günlerden bugünlere taşıyor, esnaftan öğretmenlere toplumun karşılaştığı sorunlara bir ayna tutuyor, “sahip olduğu toprağın değerini hepimizden çok bilen çiçekler”e güzellemeler yaparken onlarla insan insana bir arada yaşadığımız parkları da unutmuyor.

Öykülerde ilerledikçe yalnızlık yavaş yavaş insan içine karışıyor. Ne var ki ikili yalnızlıklar da sıkıntıyı hafifletmiyor. “Kasabanın yalnızlığına hala büyümeyerek karşı koymaya çalışan arkadaşlardan” söz ederken çocukluğun teklifsiz kalabalığına duyulan özlem büyüdükçe doğaya sığınıyor belki de.

Öyle ki Akbudak, süper kahramanların dünyasında Çim Adam’dan bir anti-kahraman yaratıyor ve aşkın peşine düşüyor. “…insan bulduğunu sandığı anda düşer asıl yanılgıya… Anladığını sandığında kapatırsın bilincini.”

Onur Akbudak’ın Oğuz Atay’a olan düşkünlüğünü biliyorum. Bir öyküsünde ustaya selam vermeden geçmemiş, Sadık Hidayet, Henry Miller, Dostoyevski, Çehov, Sait Faik, Nabokov, Borges, Gonçarov’u da satırlarına eklemiş.

Kasabada Yeni Bir Şey Yok, yalın diliyle kasabanın “zor ve içi boş” hayatında gitmek, dönmek ve kalmak arasında dolaşan öykülerden oluşuyor.

“Bu dünyada yaşamak istemiyordum. Yaşanacak başka bir gezegen bulsam, hiç düşünmeden, “Evet, ben de geliyorum!” derdim. Yoktu. Üstelik yetmezmiş gibi bir de bu kasabanın sokaklarında sıkışıp kalmıştım. Oturduğum dere kıyısından hareket edemeyecek kadar bitkindim, ait hissetmiyordum kendimi buraya. Cesaretsizdim ve korkağın tekiydim. Dünyanın ne ışıklar içindeki şehirleri ne de doğayla iç içe köyleri umurumdaydı. Sahi, ben neden bu kasabadaydım?”

Evet, kasabada pek bir şey değişmiyor; gitmek, kalmak ya da varmak, insan değişmediği sürece hiçbir şeyi dönüştürmüyor. Kim bilir belki de kitaba ismini veren öyküde dendiği gibi yolda olmaktır en iyisi…

Kasabada Yeni Bir Şey Yok / Onur Akbudak / Yitik Ülke Yayınları / 120 s.

*Bu yazı BirGün Kitap Eki‘nin Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.