Pati Öyküleri Yayımlandı…

Edebiyatist ve Haçiko Derneği iş birliğiyle geliri sokak hayvanlarına bağışlanacak bir sosyal sorumluluk projesi “Pati Öyküleri”, 3 – 11 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen Haydarpaşa Kitap Fuarında okuyucularla buluştu.

Seçkide emeği geçen değerli dostlar ile birlikte emek vermekten keyif aldım.

Aşağıda, seçkide emeği geçenleri bulabilirsiniz.

Leyla Tün
Kapak: Devrim Kunter
Alper KAYA
Ayşegül Kocabıçak
Barış Çağrı GENÇ
Beril Erbil
Berna Durmaz Mehmetoğlu
Caner Almaz
Caner Turan
Çağdaş Turan
Doğan ATEŞ
Emel ASLAN
Emrah Ateş
Fatma Burçak
Hakan Bıçakcı
Hasan Cüneyt Bozkurt
Hatice Dökmen
Lal HİTAY
Melek Ertan
Mert KOZACIOĞLU
Murat S. Dural
Nihan YILDIRIM
Önder GÖKSAL
Özge ÖZKAN
Ramazan ÇİNKO
Seher KOCAKAYA
Semrin Şahin
Serkan Murat Kırıkcı
Serpil KAYA
Sevda GEDİK
Suzan Bilgen Ozgun
Ülkü Burhan
Volkan Hacıoğlu

Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı – Günther Anders

Günther Anders’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı adlı kitabı hakkında Edebiyat Haber’de yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Çıkmaz Sokaktaki Çaresizin Duası

“Çağının olumsuzlukları üzerinde kafa yormuş Anders, iyimserliğe tepeden bakmasına, ilerlemeye ve umuda inancı olmamasına rağmen umutluymuşçasına devam etmeyi bilmiş. Gördüklerini yazmaktan ve ileri görüşlülüğü ile dünyayı uyarmaktan vazgeçmemiş.”

 

Bir Yeniçeri Masalı – Hamit Çağlar Özdağ

Hamit Çağlar Özdağ’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı Bir Yeniçeri Masalı hakkında Gazete Duvar’da yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Viyana Yollarında Bir Hatun Yeniçeri

“Özdağ, eril dilin kadına hâkim olduğu metinler içinden kendini ayırmayı başarıyor, üstelik erkekler arasında büyümüş bir kadına biçilmiş bu dili hınzır bir mizahla yumuşatıyor.”

 

Hüzünlü ve Sıcak Bir Roman: Haw

kemal_varol_haw_kitap

Kemal Varol’un ikinci romanı Haw, 2014 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve Sabit Fikir’in seçkisinde 2014 yılının en iyi romanı olarak yer almıştı.

Haw, aşkı da içinde barındıran masalsı bir roman. İki köpeğin ağzından anlatılmasına rağmen anlatılanlar ve anlatanlar son derece sahici ve samimi. Kemal Varol’un yarattığı gerçek ve gerçekdışı dünyada, kullandığı dil dünyayı bir köpeğin bakış açısından görmemizi sağlıyor. Bu bakış açısı tarafsız olduğu kadar, herhangi bir karakteri ayaklarından başlayarak hayal ettirecek kadar da gerçek.

Roman boyunca Kuzeyliler ve Güneyliler savaşırken yazarın çok iyi bildiği bir coğrafyada dört ayak üstünde dolaşıyoruz. Kurmaca gibi görünmekle birlikte doksanlardan bu yana hepimizin bir köşesine bir şekilde dokunmuş bir yarayı bir köpeğin gözünden insanca sorgulama fırsatını buluyoruz böylece.

Köpeğin etrafındakileri anlamlandırma çabası bizi özümüze dönüp yaşadığımız hayatları ve etrafımızdaki savaşı bir kez daha düşünmeye çağırıyor. Bu çaba, haklıyı haksızı ortadan kaldıran savaşın, hakikatin veya çözümün ne olduğuna bakmaksızın devam ettiğini ve bir yandan da devam edenin hayatlarımız olduğunu anlatıyor bize. Sloganlarımızı, öfkemizi, saldırdıklarımızı yeniden tartmaya davet ediyor. Savaşla çatışan gündelik hayat ise insanlığımızı ve zaaflarımızı bir kez daha hatırlatıyor. Savaşın hayatla karşı karşıya ve iç içe olduğunu sayfalar arasında sıklıkla görüyoruz.

Karakterler doyurucu biçimde çizilmiş. Varol’un gözlemlerini kalemiyle birleştirmesi çok naif ve insanın içine dokunur tasvirler yaratmış. “Günler tüylerimizin arasından birer ikişer geçiyordu.” derken tatlı tatlı akan zaman; “Öylesine çok kasmış ki kendini dedem, sırtındaki bir avuç tüy lap diye yere dökülmüş.” derken bahsedilen üzüntü; çok derinimizde bir yere dokunmayı başarıyor. Romanın atmosferi içinde dillendirilememiş bir aşkın anlatımı da içimizi titretiyor. “Üç kelime çıksa ağzımızdan dördüncüsünde birbirine dolanacaktı dillerimiz. Ama o ilk kelimeye muhtaçtık.”

Savaşın insanı, hayvanı, doğayı, her şeyi ve hepimizi etkilediğini okudukça daha da net görüyoruz. Yaşamanın kıymetini, iyiliklerle ve aşkla dolu bir dünyanın güzelliğini duyumsarken, aşkın ve sevginin fedakarlığının ne kadar güzel ve ne kadar zor olabileceğini anlıyoruz.

Ön yargılarımızın yıkılabilmesi, vicdanlarımızın yerini tekrar anlayabilmemiz ve belleklerimizi temizlememiz için bir fırsat sunuyor Kemal Varol bizlere. Çünkü belki de “Savaşın en kötüsü belleklerde yer edenidir.” diyor kitabın bir yerinde.

Kitabın sonlarına doğru anlatı uzuyor. Varol bunu savaşın bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan zamanını anlatmak için yapmış olmalı ki kahramanlarına ‘Güzel anlatıyor da lafı çok uzatıyor’ dedirtiyor.

Akıcı dili, masalsı atmosferi ve kurgusu ile Haw, barışı en çok telaffuz ettiğimiz şu günlerde, tarihi bir açıklama sunmamakla birlikte, yaşananları ve neden-sonuç ilişkilerini merak etmemiz için güzel bir kapı aralıyor bizlere.

Haw – Kemal Varol
İletişim Yayınları, 2014

Ercan Kesal ile ‘Nasipse Adayız’ ve Hayat Üzerine…

“İleri Gitmek Çoğu Zaman Geriye Dönmekten Daha Kolaydır!”

ercan_kesal_1

Kırılıp dökülüyor, her geçen gün bir eksilip bir çoğalıyoruz. Gitmeye çalıştığımız yolda, bir varoluş mücadelesi veriyoruz. Ardımızda bir şeyler bırakarak ölümsüzlüğümüzü ararken yaşamla baş etmeye çalışıyoruz.

“Geçen gün ömürdendir…” diyor yazar kitabında…

Ömrümüz geçiyor; birçok insana dokunuyor, bir sürü olayın içinde roller ediniyoruz kendimize. Bıraktığımız izlerden payımıza düşeni alıyoruz biz de… Kimi bu izlerin farkına bile varmıyor, kimi bu izlerde kendini tanıyor, kimi de bunlardan yepyeni hikayeler yaratıp başkalarına dokunuyor.

Ercan Kesal hikayesi çok olan bir yazar. İnsanlık hallerimizi, duygularımızı çok yakından biliyor. Tahmin ediyorum ki onu okuduğunuzda hayata ve kendinize daha farklı bakacak, tanıma fırsatı bulursanız da o kalemin ardındaki duyarlı ve alçakgönüllü insanı hemen fark edeceksiniz.

Bugüne kadar hayattan, insandan, derin bir entelektüel birikimden ve farkındalıktan beslenen kaleminden üç kitap ve birçok dergi yazısı okuduk. Her okumamızdan sonra da yeni okumalar yapmak için bize açtığı kapıları fark ettik.

Ercan Kesal son romanı “Nasipse Adayız” ile Aralık başında İzmir Yakın Kitabevi’ne konuk olmuştu. Orada kendisiyle tanışma fırsatı buldum. Doktorluğu, edebiyatı ve sinemayı hayatına o kadar güzel yerleştirmiş ki, hayatı onlar olmuş. Kendisiyle yoğun programının arasında son romanından politikaya, hayattan sinemaya, edebiyata ve doktorluğa uzanan kısa bir söyleşi yaptık.

ercan_kesal

Nasipse Adayız’da bir belediye başkan aday adayı Dr. Kemal Güner’in adaylık sürecinde yaşadıklarını, partilerdeki durumu mizahi bir dilden okuyoruz. Kemal Güner hiç beklemediği bir zamanda kendini içinde bulduğu dünyanın çarklarına kendini kaptırıyor ve durmak istese de duramadan kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Bazen hayat yön veremediğimiz şekilde mi ilerliyor, yoksa içimizde hep o yönsüzlüğe gitmeye istekli başka biri mi var?

Bu kitapta insan denen canlının doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına aradığı cevabı bulabileceği yolculuklardan birini anlatmaya çalıştım. Bu yolculuğun adı politika yolculuğudur… İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biri olan politik mücadele ve nihayetindeki iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da bu soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek yerler olarak görünmüştür bana. Hikayenin öznesi Dr. Kemal de, içinde yer aldığı sosyal ortamın tüm karmaşıklığıyla birlikte,‘kafasında yıllardır taşıdığı büyük ideal ve amaçlar için aslında hiç de yeterli ve uygun birisi olmadığını anlamış, ama bunu itiraf ederek, çıktığı yoldan geri dönecek güce de sahip olmadığından kendisini bekleyen mutlak sona çaresizce razı olmuştur.’ Niye böyle yapmak zorunda kalmıştır. Bence, ileri gitmek çoğu zaman, geriye dönmekten daha kolaydır da ondan!

Giren herkes bu oyuna dahil oluyorsa, sorumlu biraz da biziz demektir. Bir dönem siyaseti deneyimlemiş biri olarak Nasipse Adayız’da da önümüze serdiğiniz sorunların çözülmesi nasıl mümkün olabilir? Yoksa düzelmeyecek bir yalana mı inanıyoruz?

Kahramanımız Kemal Güner, çıktığı “adaylık yolculuğu”nun sonunda, “her insanın kendi içinde, hep bir şiddet, kıskançlık ve aklının önüne geçen, bitmek bilmez bir hırs taşıdığı” gerçeğiyle de yüzleşme fırsatı bulur. Yaşadığı kırılma ve hesaplaşma, belki bundan sonrası için ona, yeni ve daha dürüst bir hayat fırsatı sunacaktır. Böyle bakarsanız onun için ‘hayırlı olmuş’ bile diyebilirsiniz. Ama, ‘siyaset pratiği hep böyle mi devam edecek?’ derseniz, galiba evet, böyle devam edecek. İnsanoğlu ne yazık ki, bu oyunun yerine daha gerçeğini ve insana yakışanı koyamadı. Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği güne kadar böyle!

80 sonrası politikadan uzaklaşan kuşakların yetiştiğini düşünüyorduk, Gezi olayları bize gençlerin de söyleyecek sözleri olduğunu, aslında konuya düşündüğümüz kadar uzak olmadıklarını gösterdi. Önümüzdeki dönemi ve gençlerin bu süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Gençlik gelecektir! Hesapsızdır, cesurdur, çoğu zaman üretim ilişkilerinin dışında durduğu için de saftır, kirlenmemiştir. 80 faşist darbesinin çok bilinçli biçimde hayata geçirdiği entelektüel yozlaşma ve yok etme hareketine rağmen, toplum kendi bağrından yeni ve şaşırtıcı filizler büyütmüştür. Gezi sadece muktedirleri değil, hemen herkesi şaşırtmıştır. Cesaretin, akıl, vicdan ve sınıfsal bir bakışla tamamlanarak, sürdürülebilir, güçlü bir muhalefete dönüşmesini ümit ederim.

“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış… Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.” aforizması ile Nietzsche’ye bir gönderme var kitabınızda. Utanma duygumuzu kaybetmeden o kör noktaya ulaşmak mümkün müdür?

Kim söylediyse iyi söylemiş: ’’İnsanlığı utanç kurtaracaktır!’’ Katılıyorum doğrusu. Hala utanabilmek iyi bir şey. Bu yüzden sosyologlar, insanı ‘’yüzü kızaran tek canlı türü’’ olarak tarif etmişlerdir. Kişinin kendini tanımaya başlayıp, yüzleşebilmesi için belki böylesi bir ‘utanç süreci’ şarttır. Öznemizin yazılı olduğu yeri okumak istiyoruz madem, bu yolculuktan çekinmemek ve kaçmamak lazım.

Peri Gazozu’nda boğazımıza düğümlenen hikayeler anlatıyordunuz. Hatta anlatmıyor, izletiyor; yanımızda oturup paylaşıyormuşçasına samimi bir dil kullanıyordunuz. Bu kez karşımıza mizahi bir dille çıkmanıza rağmen onun içinde de masumiyete bir özlemle hüznü yakalıyorsunuz… Ve tabii, yine bir film izler gibi okuyoruz sizi. Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizin birbirine katkısı nedir?

Sinemanın atına bindim, lakin atımı koşturan edebiyatın kırbacıdır. İkisi de birbirini hem besliyor, hem de tamamlıyor. Sinema ve edebiyat, dertleri insan olan, insanı anlatan iki yaratıcı sanat dalı. Birinin silahı sözcükler, diğerinin görüntüler. Çehov, edebiyat ve hekimlik arasında bir tercih yapıp yapamayacağı ya da neyi tercih edeceği sorulduğunda, edebiyatı karısına, hekimliği de sevgilisine benzetmişti. Benim sinema ve edebiyatla da benzer bir ilişkim var sanki. İkisini de aynı tutkuyla yaşıyorum. Yazarken, kalemimi bir kamera gibi kullanarak, anlatmak yerine göstermeyi tercih ediyorum. Sinemasal bir anlatımla yazmaya gayret ediyorum. Sinemada oyunculuk ve senaristlik dışında henüz film çekmediğim için, ‘çekmek istediklerimi, yazarak gösteriyorum’ diyebilirim.

Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizi birbirine bağlasam da doktor kimliğinizi bu tablonun dışında tutuyordum. Ta ki bir söyleşinizde şu söyleminize rastlayana kadar: “Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar.”

Hekimlik de bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar, sağlık sistemini pazar, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür. Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısına, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan gerçek hekimlerdir, yaramızın merhemi. Hekimliğin bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacı vardır…

Peki önümüzdeki dönemde hangi hikayeleri anlatacaksınız bize?

Bizim hikayelerimizi… Galeano’nun dediği gibi, sokaktan aldıklarımı, onlardan bana gelenleri, kalbimdeki cesaret ve kehanetle bezeyip, yine onlara geri göndereceğim, buluşabilmek ve birlikte kurtulmak ümidiyle.

ercan_kesal_beril_erbil