Denizden Saçılan Hikâyeler*

Ferhat Uludere’nin ilk baskısını 2010 yılında yapan Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba adlı romanı uzun bir aradan sonra Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Uludere’nin edebi dünyasına aşina olanlar onun dile verdiği öneme ve türler arasında geçişine yabancı değil; meselelerine de. İlk öykü kitaplarında kasaba ve şehir arasında kurduğu sıkışmış evren, ilk romanı 1001 Fıçı Bira’da kasabalı bir gencin hikâyesine, ikinci romanı Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da ise efsanelere ve kasabanın hikâyelerine evrilmişti. Ardından Don Quijote’nin Üçüncü Cildiile postmodern bir romanla karşımıza çıkmıştı Uludere ve edebiyat tarihinde iz bırakmış bazı roman kahramanları onunla yeniden dile gelmişti. Son romanı Son 11’de ise yine kasabaya dönmüş, küme düşmüş bir futbol takımının soyunma odasından kasabanın otuz yıllık tarihine, aşklarına ve ‘90’ların siyasi ve kültürel değişimine tanık etmişti okurunu.

Genelde erkek dünyasını anlatan yazarın en dişi kurguya sahip romanının Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba olduğunu söyleyebiliriz. Bir sahil kasabası, deniz, denizkızları, balıkçılar, metruk bir ev, evle birlikte kasabaya saçılan hikâyelerin karanlığına gömülmüş Feryat ve Hazan’ın aşkı ve sahil kasabalarının görünmeyen karanlık yüzü… Büyülü gerçekçi bir kasaba romanı.

Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’nın kitaplarının arasındaki yeri nedir senin için?

1001 Fıçı Bira’nın yayımlanmasının ardından yeni bir dil arayışına girmiştim. Daha olgun bir dile ve daha farklı kurguya ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. 1001 Fıçı Bira bir gencin ağzından kendi hikâyesini anlatıyordu ve doğal olarak çok gündelik ve genç bir dili vardı. Onu kırmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da. Bunun yanı sıra bir sahil kasabasına, denize ve denizkızlarına dair bir şeyler yazmak istiyordum. Asıl amacım bunları yapmak, büyük laflar etmeden kocaman şeyler söylemekti ve hepsini yaptığımı düşünüyorum. Günlük gazetede çalışırken ve gazetenin çıkardığı tüm eklerden sorumluyken kısa zamanlar ayırarak uzun sayılabilecek bir dilimde yazmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı, o anlamda da özel bir yeri vardır.

Bu kitabınla birlikte büyülü gerçekçi evrenlere açılıyoruz. Nedir büyülü gerçekçilik ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba bir öyküden nasıl böyle bir evrene evrildi?

Büyülü gerçekçilik okumayı sevdiğim bir tür aslında. Latin Amerika’nın şamanik köklerinden beslenen ve bu köklerden ortaya çıktığını düşündüğüm akımın Türkiye’nin anlatısına da çok uygun olduğunu düşünüyorum ama bizde yeteri kadar ilgi görmüyor. Gerçekçilik daha ağır basıyor bizde. Onu süslemeye ihtiyaç duymuyoruz. Büyülü gerçekçiliği özetlemek ya da anlatmak gerekirse, uzun zaman hem Kolombiya Milli Takımı’nın ve Pablo Escobar’ın kurduğu takımların kalesini korumuş Rene Higuita örneğini veriyorum. Büyülü gerçekçiliği anlamak isteyenlerin onun Akrep Kurtarışı’nı izlemelerini tavsiye ederim. Kaleye gelen topu elinle tutmak yerine takla atıp ayaklarınla kurtarmaktır Büyülü gerçekçilik.

Büyülü gerçekçiliği okumayı sevsem de, aslında bir türe takılıp hep o türde çalışmak istemiyorum. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yapısı ve konusu gereği bu akıma uygundu. Bu roman başka bir türde yazılamazdı. Ama hemen akabinde Don Quijote’nin Üçüncü Cildi adlı post-modern bir roman yazmıştım, oradaki hikâyenin de başka bir türde anlatılamayacağını düşünüyordum.

“Kasabayı anlatmak” lafını açmak lazım belki de. Çünkü edebiyatımızda çok roman ve öykü kasabada geçiyor, kasabalı karakterleri ele alıyor, edebiyat taşradan besleniyor. Bir de Trakyalı olup alkolle seyreltilmiş yaşamlar konunca önümüze, kimine göre hikâye “Trakya’nın meyhane ve sarhoşlarını anlatıyor”a dönebilir… Ama sen kasabada geçen hikâyelerden ziyade, farklı olarak, kasabayı bir karakter olarak koyuyorsun önümüze… Kasabanın bu anlatılası hali, kasaba nedir senin için?

Özellikle Son 11 ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba özelinde konuşursak, içlerinde baskın karakterler olmasına rağmen iki kitap da bir karakter romanı değil. İkisinin de merkezinde kasaba var. Birinde dünyanın uzağında duran bir sahil kasabası, diğerinde ise adıyla sanıyla Lüleburgaz… İki romanı da kasabayı anlatmak ve anlamak için yazdım. Asıl odaklandığım kısım biraz da kasabanın insana yaptığı fenalıklardı. Bu anlamda tek bir kişiyi anlatmak çözüm olmayacaktı ve sosyolojik bir anlatı kurup kasabayı merkeze koymam gerekiyordu. Çünkü kasabayı, ne kadar küçük olursa olsun tek bir kişi üzerinden, tek bir hikâye etrafında anlatamazsınız. Başka bir kurguya ihtiyacınız olacaktır.

Lüleburgaz bir sahil kasabası değil. Anlattığın diğer kasabalardan ziyade bir sahil kasabası var bu kitapta. Kitabın atmosferine katkısı büyük. Modern hayatın sığınılacak, romantik sahil kasabası değil, gizemi, hikâyeleri, kötülüğü, şiddeti içine hapseden, neredeyse efsunlu bir kasaba. Burada deniz de bir karakter resmen. Deniz bir kasabayı nasıl etkiler?

Ben gri bir sanayi kasabasında büyüdüm. Çocukluğum orada geçti, ilk gençliğim de öyle… Ve o griliğin içinde rengi özlerdik. Hiç renk yoktu kasabada sanki; hayat ezberlenmiş çaresizlikler ekseninde ilerliyordu. Kimsenin hayali de yoktu; herkesin işi belliydi, bir fabrikaya girmek… Sadece o fabrikadaki iş kollarımızı seçmek için eğitim alıyorduk. Böyle bir coğrafyada denizi özlüyor ve oturduğumuz çay bahçesinin önünde otoyolun değil de denizin olduğunu düşlüyorduk. Bu düşün karşılığı bir anlamda Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve bu yüzden de düşler, hayaller, farklı renklerle bezeli. Ve sanayi kasabasındaki çocuklarının umutsuzluğu ve korkularıyla kabarıyor deniz.

Genelde erkek dünyasını anlatıyorsun. Bu dünyada kadınlar ya yok ya evlerindeler. Ya da bir anda kasabaya dönüp ortalığı karıştırıyorlar, kasabada bir yaranın kabuğunu kaldırıyorlar. Ferhat Uludere’nin yazınında kadın tehlikeli olan, karanlık olan, baştan çıkaran mıdır?

Genel itibariyle erkek dünyasını anlatıyorum çünkü kasaba dediğimizde kadınların evlerinde sıkışıp kaldığı, erkeklerin ise bütün bölgeye hâkim olduğu bir yaşam var ortada. Romanlarımın genelinde 1001 Gece Masalları’ndaki kadın motifini kullanıyorum. Biraz oryantalist bir bakış, biliyorum ama oradaki kadın kimliği hoşuma gidiyor. Kadınlar sıradan erkek dünyasının kenarında duruyor ve o dünyayı yok ediyorlar. Benim kadınlarım biraz efsunlu varlıklar. Peşlerinde bir gizi ve yok oluşu taşıyorlar. Erkekler onların peşinde perişan oluyor. Yani efsunlu oldukları kadar da tehlikeliler.

Yine yazdıklarında tekrarlayan bir motif olarak kadın kasabayı terk eden, büyük hayatlar arayan, modernizme uyumlu ve hedeflerinin peşinden giderken erkekler kasabada kalan, daha âtıl, keşmekeşten bir limana sığınmış karakterler. Bir kabulü yaşıyorlar. Bu bana kasaba erkek, şehir kadınmış, kasaba ve şehir ikilemi kadın ve erkek arasında da sürekli gitgelleri doğuruyormuş, erkek değişime daha kapalıyken kadının doğası değişim ve dönüşümmüş gibi bir alt okuma yaptırdı bu kez. Ne dersin?

Kadınlar erkeklere nazaran her zaman daha cesurlar, en azından gitmeyi başarıyorlar. Erkekler daha statüko düşkünü oluyor. Mevcut durumu kabullenmek ve bir anlamda mevcut hali sürdürmek onlara düşüyor. Bu anlamda kasabayı ilk kadınlar terk etti ve erkekler peşlerinden gitti. Kadınlar hayatlarını değiştirse de erkekler mevcut hayatlarını kasaba dışında sürdürme hayali kurdular. Her zaman böyle değil midir? Kadın yeniliğe her zaman daha açıktır. Gezmeyi kadın ister, evin eşyalarını kadın değiştirir… Kadın sürekli yenilik yapar.

Sen bir hikâye anlatıcısısın ama çok da iyi bir hikâye biriktiricisisin. Yazma serüveninde otobiyografik öğelerden, yaşanmış hikâyelerden de sıklıkla besleniyorsun. Bunların kitaba girişleri nasıl oluyor? Yazma sürecin nasıl işliyor?

Yazmaya başlamadan önce elimde her zaman hikâyelerim vardır. Ne anlatacağımdan ziyade, hikâyeleri nasıl bir araya getireceğimi düşünürüm. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da deniz bir birleştirici unsur olarak karşımıza çıkıyor, Son 11’de ise futbol takımı aynı işlevi görüyor. Hikâyeleri bir araya getirirken sırtımı gerçeğe yaslamıyorum hiç. Bir gerçek kırıntısından hareket ederek birçok fark hikâyeden detayları bir araya getirip yeni bir şey inşa ediyorum. Genellikle de insanların hikâyelerinden yola çıkıyorum ve yazdıktan sonra o hikâyeyi kimse tanımıyor.

“Büyük şehrin büyük düşleri ve bu düşlere yetişme telaşı… Yıllardır aynı şeyleri düşünüp aynı şeyler için uğraşıyordu Hazan. Biraz daha kazanıp biraz daha fazla harcamak, koltukları yenilemek, daha şık tabaklarda yemek yemek, arabayı değiştirmek, yeni ev almak… Tüm bunları yapmaya yaşamak diyordu. Onun için yaşam satın alınan bir şeydi.”

Senin için yaşamak nedir?

Yaşamak satılan alınan bir şey değildir ama biz artık her şeyi satın almaya alıştık. Yiyecek satın aldık, giyecek satın aldık, bilgi satın aldık ve şimdi yaşam satın almaya çalışıyoruz. Daha fazla ve daha çok… Halbuki yaşam her yaşın tadına varmaktır. Sevmek, sevilmek, ihanete uğramak, ağlamak, üzülmek, mutlu olmak ve birinin mutluluğunu paylaşmaktır. Hiçbiri de satın alınamaz bunların. İnsan gözyaşlarını satın alabilir mi?

 

* Bu söyleşi 8 Ekim 2020’de K24 / T24 Bağımsız İnternet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Üç Dönemin Paramparça Hayatları*

Melike İlgün’ün dördüncü romanı Paramparça, Alfa Kitap etiketiyle geçen nisan ayında yayımlandı. Aşktan yola çıkarak liderleri, tarihte iz bırakmış karakterleri günümüze taşıyan, geçmişteki hikâyelere ve dönemlere kadınların yüreğinden bakmamızı sağlayan İlgün bu kitabında Nâzım’ın yaşamını anlatacak bir kitap projesini yürüten editör Zeynep’in, Nâzım’ın aşklarına tanık olurken kendi hayatının sorularına cevap bulma sürecini anlatıyor. Zeynep babasızlığının acısını yüreğinde taşırken hem babasının onu terk etmesinin öfkesini diğer terk edişlerde yeniden yaşıyor hem de içinde uyanan, yeni farkına vardığı duygularıyla baş etmeye çalışıyor. Proje ilerledikçe Zeynep’in sorularının cevapları için kapılar aralanıyor. Ve Zeynep, kendi çocukluğuna dair izleri bulurken Türkiye’nin önemli bir dönemine de tanıklık ediyor.

İlgün, kitabının eksenine yine aşkı oturtmuş. Bu aşk kimi zaman sevgiliye duyulan aşk oluyor, kimi zaman da bir babaya… Zeynep’in başında olduğu proje her ne kadar Nâzım’ın hayatına dair olsa da Zeynep bir insanın yaşamının, aşklarından arındırıldığında hep eksik kalacağının düşüncesiyle Nâzım’ın aşklarının da izini sürüyor.

Mavi Gözlü Dev

Piraye, Münevver, Vera ve Galina… Nâzım’ın hayatına bazen onunla bazen onsuz bazen de ona rağmen eşlik etmiş, göğüs germiş kadınlar… Minnacık devler… Başlarına gelecekleri seze seze içlerindeki aşkın peşinden gitmiş, yol gözlemiş, bir şairin ününün ve siyasi yaşamının gölgesinde hep ‘biri’nin karısı veya sevgilisi olmuş kadınlar… O kadınlar olmasaydı Nâzım, Nâzım olmayacaktı; o kadınlara duyulan aşk olmasaydı, Nâzım’ın, aşkı o kadar güzel anlatan dize ve satırları olmayacaktı belki de.

Bir de Nâzım’a Mavi Gözlü Dev şiirini yazdıran Nüzhet var… Nüzhet olmasaydı belki de Nâzım aşklarında yalnızca bir âşık olacaktı…

Kadın olmak

İlgün kitabında kadınların hikâyelerine yer vermiş ağırlıkla. Roman boyunca Piraye, Münevver, Vera ve Galina’nın yanında Zeynep, Zehra, Güleser ve Ahsen’in de hikâyelerine şahit oluyoruz. Günümüzün evli ve çocuklu, çalışan kadınını okurken tek başına yaşayanların arayışlarına, tek başına kadın olmanın zorluklarına, erkek egolarının gölgesinde verilen yaşam mücadelesine tanık oluyoruz.

Bugüne eleştirel bakış

Yazarlık ve eğitmenliğinin yanında televizyon geçmişiyle de tanıdığımız Melike İlgün, romanında yayınevinde çalışan bir editörün gözünden yayıncılık ve edebiyat dünyasına eleştirel bir bakış sunarken, Zeynep’in gazeteci ve televizyoncu arkadaşı Zehra aracılığıyla medyanın durumunu da gözler önüne seriyor.

Türkiye’nin yakın tarihi

Romanın en etkileyici sahneleri Türkiye’nin yakın tarihinin zeminine döşenen kurgusal kısımda yer alıyor. Ancak bu bölümden fazla bahsetmek kurguya dair fazla ipucu vererek kitabın büyüsünü kaçırabilir. Bu nedenle şu kadarını söyleyebilirim ki duyduklarınızı veya bildiklerinizi hatırlayacak, bilmiyorsanız bu zamanları daha detaylı araştırma ihtiyacı çekeceksiniz.

‘Bu Kitabın Yol Arkadaşları’

Kitabın sonunda ‘Bu Kitabın Yol Arkadaşları” başlığıyla bir çalma listesi yer alıyor. Melike İlgün bu parçalar eşliğinde yazmış olmalı romanını… Doğrusu, kitabı bitirdikten sonra bu acıklı listeden en çok Adalet Vezirov’un hüzünlü kemençesini yakıştırdım romana.

* Bu yazı BirGün Kitap Eki’nin 198. sayısında yayımlanmıştır. (13.07.2018)

https://www.birgun.net/haber-detay/uc-donemin-paramparca-hayatlari-223072.html

Bir Oyun, Bir Kasaba; Pek Çok Hikâye, Pek Çok Yara*

Uzun bir aradan sonra yayımladığı yeni romanı Son 11’de Ferhat Uludere hikâyesini küme düşmüş bir takımın son maçına çıkacağı soyunma odasından kuruyor. Tüm yaşanmışlıklar, tüm başarılar ve tüm hatalarla gelinen bu son ve hatta skorun etkilemeyeceği sonuç, oyunu durdurmuyor. Taraftarın öfkesi Capsalgine kokulu odanın gerginliğini git gide arttırırken soyunma odasından çıkan hikâyeler bizi bir kasabanın yaşantısından insanlık hallerimize, hayal kırıklıklarımıza, aşklara, babasız büyümüş bir çocuğun yaşadıklarına, saflığın ve masumiyetin kötülük ve çıkarcı niyetlerle kirletilmeye çalışıldığı zamanlara götürüyor. Kasabanın sarhoşluğuysa tabii ki devam ediyor.

Ferhat Uludere’nin anlattığı öyküler hayal kırıklığı ve hüznü tattırdığı kadar kasaba insanlarının saflığıyla yüreğimize dokunup ince esprileriyle yüzümüzü gülümsetirken Trakya kasabalarından ve futbol penceresinden bir bakışla önemli bir döneme tanıklık ediyor.

Ferhat Uludere ile Doğan Kitap’tan yayımlanan son romanı Son 11’i, futbolu, edebiyatı, doksanları ve hayatı konuştuk.

Metalaşmış, metalaştırılmış bir futbol izliyoruz. Belki de bir bölümümüz futbola tutkuyla bağlıyken bir bölümümüzün futbolu topun peşinden koşan 22 adam olarak görmesi bundan… Romanınızda futbolu metalaşmaktan çıkarıp onun ruhuna indiğinizi görüyoruz. Futbol sizin için ne ifade ediyor?

Kitapta da belirttiğim ve herkesin bildiği üzere futbol hiçbir zaman masum bir oyun olmadı. Bu kadar ilgi gören ve insanları bir araya toplayan herhangi bir olgunun manipüle edilmemesi elbette olanaksız.

Futbol benim için bir çocukluk hastalığı, insanları bir araya getiren, içinde insana dair birçok hikâye barındıran bir oyun, hatta kitapta da dediğim gibi “güçsüzün güçlüyü yenebildiği tek oyun”.

Yazınımızın futboldan beslendiğini söylemek pek mümkün değil.

“Son 11”i bir futbol romanı olarak düşünürsek tüm kitaba haksızlık yapmış olabiliriz. Futbol kitabın birleştirici unsuru… Tıpkı hayatta da olduğu gibi… Anlattığım insanları bir araya getiren meşin yuvarlak, ama ben o topun kaleye girmesini değil, o topun etrafında bir kasabanın öyküsünü anlatıyorum. Her yaştan ve her sınıftan karakterlerle yapıyorum bunu. Asıl beslendiğim yer ise kasaba, kasabalılık, kasabayı terk etmek ve edememek gibi duygular.

Futbolu veya futbolun unsurlarını konu edinen veya kullanan eserler oldukça az. Bu kadar görünür bir olguya bu kadar mesafeli durulmasının sebebi sizce nedir?

Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. Doksanların başında futbol ile ilgilenmek ve futbol hakkında konuşmak lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Edebiyat ve sanattan zevk alıyorsan futboldan hazzetmemen gerekiyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Hakkında çok az insan yazıp çiziyor ve çok az insan alenen futbol sevdiğini söylüyordu. Bu da eli kalem tutan insanları futboldan uzaklaştırdı.

Bu süreç ne zaman değişti?

2002 yılında… Güney Kore ve Japonya’nın düzenlediği 2002 Dünya Kupası bir milat oldu bizim için. Kupaya Türkiye’nin katılması ve üçüncü olmasıyla birlikte futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta hatta toplanıp maçlara gittiğini gizlemez oldu. Yayınevleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadı. Futbol dizileri oluşturuldu, çeviriler hızlandı ve futbol entelektüel bir hadise haline geldi. Edebiyat ve futbol ilişkisi ise hala çok kuvvetli değil. Çok az örnek var ne yazık ki…

Son 11 doksanlara dair bir dönem romanı aynı zamanda. Daha çok pop müziğin patladığı dönem olarak anılır doksanlar. Bir yandan da heavy metalin ülkede filizlendiği dönem olduğunu söylemek mümkün. Yazdıklarınızda müziği duymaya alışkın okurlarınız için neredeyse müzikten arındırılmış bir tablo sunuyorsunuz bu kez.

Doksanlar benim için hızar gürültüsü sertliğinde bir heavy metaldir. Ama Tazı Vedat’ın İstanbul yolculuğu dışında müziği kitabın hiçbir alanında kullanmadım. Çünkü kasabayı müzik ya da bir müzik grubu etrafında değil, futbol ekseninde bir araya getiriyordum ve müzikten ziyade tezahürat kullanmak istedim. Ama önceki kitaplarımda Nick Cave’den Cohen’e, AC/DC’den Slayer’a kadar birçok müzisyenin sayfalar arasına sıkıştığını görmek mümkün.

Git gide yalnızlaştığımız dünyada ‘bir şeyin’ taraftarı olmak bir nevi yaşama tutunma sebebi. Yaşattığı topluluk deneyimi ile bir aidiyeti ve kendi kültürünü yaratıyor. Taraftar ve taraf olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsan “taraf” olmadan var olamıyor. Hangi yılda yaşarsa yaşasın bir gruba, topluluğa, bir kente ya da kasabaya aidiyet hissetmek zorunda. 12 Eylül sonrası bu taraf olma duygusu, sistemli bir şekilde manipüle edildi. Turgut Özal futbolla önemli yatırımlar yaptı ve taraf olma ihtiyacını karşılamak için taraftarlar yarattı. Önceki yıllardaki politik kuşaklar içine kapanırken gençler futbol takımlarının etrafında bir araya gelmeme başladı. Ve elbette daha kolay kontrol altında tutulan kişiler oldular. Hâlâ da öyledir. Tabii birkaç istisna yok değil.

Romanınızda “baba” figürleri değişiyor. Güven veren babalar, başaramamış babalar, olmayan babalar… Baba ve oğul ilişkisi üzerine sık sık düşünüyoruz romanda. Bir erkeğin hayatında babanın rolü nedir ve ne olmalıdır sizce?

Bir baba gözetiminde büyümedim. Babamı erken yaşta kaybetmiş değilim, ama babam ölmeden bir sene öncesine kadar bir baba oğul ilişkimiz yoktu. Ben doğdum babam Almanya’daydı. Babam ev almıştı, annem tek başına taşınmak zorunda kaldı o eve, ben anneme sık sık adresi babama verip vermediğini soruyordum. Gelirse bizi bulamaz diye korkuyordum. Ben büyürken babam 1001 Fıçı Bira’ydı. Ben uyurken gelir, uyanmadan da birahaneye giderdi. Lise ve üniversite çağında farklı çatışmalar yaşadık. Tam ortak zevklerimiz konuşacak konularımız olmaya başladı babam kalbine yenik düştü. Sizin sorunuzun cevabını ben de kitap boyunca aradım. Bir erkeğin hayatında babanın yerini gerçekten bilmiyorum. Kitapta Sami’nin dediği gibi babalar hata yapacak çocuklar da o hataları düzeltecek.

Lüleburgazlısınız… Trakya insanını anlatırken anlatının içinde mizah ve ironinin olmayacağını düşünmek mümkün değil. Son 11’de de tüm hayal kırıklığı ve karanlığa rağmen sık sık gülümserken buluyoruz kendimizi. Popüler kültürün dayattığı “Trakyalı” imajından uzak; bir dil ve bir bakış açısı, bir yaşayış tarzı var. Edebiyatımızda bu yerel unsurlara ne kadar sahip çıktığımızı düşünüyorsunuz?

Popüler kültürün yarattığı tüm Trakyalı karakterler karikatür olmaktan öteye geçmiyor. Gerçek Trakyalının edebiyat, sinema ve tiyatroda yeterince temsili yok. Bu olmayınca da ortaya “Karadenizli Temel” gibi aslı astarı olmayan mizahi tipler çıkıyor. Halbuki her zaman söylüyorum yine söyleyeyim. Trakyalı yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, oyuncular ve müzisyenler olarak bir araya gelip bu temsil meselesi üzerine ciddi ölçüde kafa yormalıyız. Eğer bunu biz yapmazsak yakın zamanda gösterime giren Oflu Hoca gibi fıkradan türemiş yapımlar ortak hafızamızda yeni bir Trakyalı algısı kazıyacak. Ve şimdi olduğu gibi bunları alkışlamaya devam edeceğiz.

Son 11’de doğrusal bir zaman kurgusu yok. Bir bulmacanın parçalarını tamamlar gibi ana hikâyeye ulaşıyoruz. Bunu tercih etmiş olmanız edebiyata da bir oyun gözüyle bakmanız olarak yorumlanabilir mi?

Futbolun bir oyun olduğu kadar edebiyat da bir oyundur. Yalnız başına başlar ve bittikten sonra taraftara ulaşır. Son 11’de farklı bir zaman kurgusu düşündüm. Kitap başladıktan 10 dakika sonra bitecekti ve öylede oldu. Kitap soyunma odasında sahaya çıkmak için yapılan hazırlıkla başlıyor ve takımın sahaya çıkmasıyla bitiyor. Ama bu 10 dakikaya kasabanın neredeyse 30 yıllık bir zamanını sığdırmaya çalıştım. Normal bir zaman akışında hikâyenin heyecanı ve aksiyonu şimdiki zamanda gerçekleşir, ben şimdiki zamanı kısa tutarak hikâyenin tamamı da geçmiş zamana taşımak istedim. Alışılagelmiş kurguları bozmak hoşuma gidiyor. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde de benzer çalışmalar yapmıştım.

Son olarak, romanınızı –konuştuğumuz önyargılar doğrultusunda- sadece bir “futbol takımının hikâyesi” olarak tanımlamanın son derece yetersiz kalacağını düşünmekteyim.  Bir yandan da Son 11 ile birlikte futbola uzak birçok kişinin futbola bakışının değişeceğini, birtakım önyargıların kırılacağını söylemek sanırım yanlış bir tahmin olmaz. Son 11’in sizin edebiyat yolculuğunuzda sizin için nerede durduğunu öğrenebilir miyiz?

Son 11 bugünkü berbat futbol iklimimiz içinde futbolun gerçekten ne olduğunu insanlara hatırlatırsa çok mutlu olurum. Belki insanların futbola bakışı değişir sahadakinin savaş değil oyun olduğuna kani olurlar.

* 19 Nisan 2018’de BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

 

El İncesi*

Karşılaşmalarla örülmüş yalnız bir yolculuktur hayat. Hikâyeler birbirine dokunup geçer, bazen birbirinde yaşar. İzler bırakırız birbirimizde. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmediğimiz yabancıların yakınlığını hissederiz içimizde. Çünkü kim olduğundansa birlikte konakladığımız duygulardır bizi birbirimize bağlayan.

Öğrenilmiş tanışıklıklardan uzak, yüreğe dokunan aynılıklarla hatırlarız birbirimizi. İçinde olduğumuz yolculuk, algılayabildiğimiz zamanlar ötesine yayılmış. Bizler o zamanın misafiriyiz sadece. Geliyoruz; az çok duruyoruz, onunla birlikte akıyoruz, gidiyoruz. Yerimizi yenilere bırakıyoruz.

Bu çoklu görünen yalnız varoluşta, var olmak için seçmediğimiz aidiyetlerin güvenli kuytusuna sığınıyoruz çokça. Oysa yolda ilerledikçe hayat, en iyi varoluşun kendine ve insana sığınarak gerçekleştiğini gösteriyor bize. Ve bu sığınak en çok yolculuklarda ortaya çıkarıyor kendini;seni sarıyor, sarmalıyor, kendinle baş başa bırakıyor…

O gitme hali… Bir kere bu hazzı duyan hangi insan vazgeçebilir gitmekten, yol almaktan? Varmanın değil yol almanın güzelliğidir insanı değiştiren ve dönüştüren… Arkada bıraktığın kimi zaman bir hikâye, bir şehir, kimi zaman bir yabancı, bir aşk… Arkada bıraktıkların geçmişindedir;ancak zaman denizinden bir damla karışmıştır ömrüne… Ne sen eski sen olabilirsin ne de bıraktıkların eskisi gibi…Önünü alamadığın değişim, yalnızlığında yakalar seni.

O, yolda olma hali… Gitmek belki de; sırtını döndüklerin, kucağını açarak göğüslediklerinle, yazdığın ve dokunduğun hikâyelerle sancıya sancıya büyümek demek… Bağlarını koparmak ve yeni bir hayat kurmak…

Yoksa özgürlük müdür gitmek? Gidebilmek? Bazen özgürlük gibi gelse de kulağa, bir mahkumiyet de sayılabilir baktığın yerden. Zaten yaşanan tek bir hakikat olsa da herkes kendi gerçeğini anlatır. O nedenle haklı da haksız da zaman zaman anlamını yitirir yarattığımız, öğrendiğimiz, varoluşumuzu hissedemediğimiz yaşantılarımızda… Belki ait olmamanın özgürlüğü belki aynı gemide olmanın bilinci, farklılıklarımızı eşitler doğanın ve ölümün karşısında…

Hayat fırtınalar yaşatır.

“Zamanın direğine tutunursun, aşkın, özleyişlerin ve arayışların duvarlarına yaslanır, düşmemeye çalışırsın. Ancak, teknenin bir fındık kabuğu gibi denizin yüzeyinde çırpınan, yol almaya çalışırken sürekli bir yana düşen yalpasında, ayakta durmaya çalışır ve bunun için bir sabite ihtiyaç duyarsın. Düşüncelerin, duyguların ne yana yatarsa yatsın, bedenin bu kaygan zeminde yaslanacak bir yer arar sürekli. Teknenin yanında hep küçük kalan o pervane, haddinden büyük suları iterken, hayatın neresinde olduğunu ve koca okyanuslarda, o sonsuz gibi görünen denizlerde ilerlemenin ne kadar küçük bir adım olduğunu gösterir sürekli. Fakat yine de yol alıyor olmak, bu yolu haritada görebilmek, dışarıdaki rüzgârlara, fırtınalara, fırtınalardan sana ulaşan ölü dalgalara, içine düştüğün her yalpayla dengeni bozan sallantılara rağmen, zor da olsa akışın sürdüğünü bilmek, içindeki bir parça umudu da hep ayakta tutar.”

Fırtınalar yaşanır; tehlikelidir, korkutur… Macellan fısıldar kulağımıza “…bu engeller kıyıda kalmak için yeterli değildir” diye… Ve özümüz bilir, “…bütün fırtınalar yüzeye zarar verse de derinden bir şeyler hep yaşama dursun diyedir aslında.”

***

Sitem Ateş, Chiviyazıları Yayınevi’nden çıkan ilk romanı El İncesi’nde hayatın hikayesini denizin enginliğinden topladığı duygu ve olaylarla ince ince işliyor satır aralarına. Zamanı uzatan cümleleriyle uzun bir yolculuk hissine büründürüyor okuru. Başı sonu belli olmadan akan bu zamanın yolcusu insanları, bizi anlatıyor. Ait olmak, olamamak, olmamak arasında; ne zaman, hangi hikâyede yeniden buluşacağımızı bilmediğimiz; bazen yaşamak istesek de yaşayamadığımız başka bir hikâyenin sürgünü olduğumuz hayatlarımızı konu ediyor…

Yola çıkmamak mı? Asla!

Tüm korkularına rağmen gitmek, gidebilmek belki de o yolculuğu hayat yapan…

El İncesi’nden sonra, aynı gemide olmak ve fırtına kopması artık daha anlamlı… Ve denizlerden gelen hikâyelerin el incesiyle birbirine bağlanması, o görünmez bağı hayatlarımızın…

* 8 Şubat 2018 tarihinde http://www.milliyetsanat.com/vitrindekiler/kitap/el-incesi/3875 adresinde yayımlanmıştır.

Rahatsız Edici Bir Öykü*

Hikâyelerin anlatılması ve sonrakilere aktarılması önemlidir. Ancak insan geçmişe dönüp baktığında güzel olan şeyleri hatırlamaya daha çok eğilim gösterir. Acıların izini üstünde taşısa da yok saymayı bazen de olan biteni bilinçaltının derinliklerine itmeyi tercih eder. İşte böyle zamanlarda edebiyat imdada yetişir ve yazarının kurduğu dünyada, iyiyi ve kötüyü harmanlayarak bizlere anlatır. Anlatılanların gerçek olmasına gerek yoktur, ancak gerçekmiş gibi bir etki bekleriz okuduğumuzdan.

Margaret Atwood, Doğan Kitap’tan yeniden basılan Damızlık Kızın Öyküsü’nde bizleri tam da böyle bir gerçeklik etkisiyle yarattığı karanlık bir dünyaya götürüyor. Bu dünya en kısa tanımıyla rahatsız edici… Rahatsız Edenin Gerçekliği

Margaret Atwood, The New York Times’ta yayımlanan makalesinde kitabın yazım aşamasındaki kendi gerçeklik arayışından bahsetmiş. Tarihte yaşanmamış herhangi bir olaya ya da keşfedilmemiş herhangi bir teknolojiye yer vermeme kuralını kendine koymuş ve tarihin farklı zamanlardaki tanıklıklarını birleştirerek Gilead rejimini ortaya çıkarmış.

Görev ve Kuralların Dünyası

Yazar, yaşanan savaşta komutanların yönetimi ele geçirmesiyle birlikte akşamdan sabaha artık İncil kurallarına göre yönetilen bir ülke ile karşı karşıya bırakıyor bizi. Öyle ki, sınıflara ayrılmış toplumda kadınların hesaplarına, çocuklarına ve hayatlarına el koyuluyor; doğurganlık çağında olanlar nüfusta çevre koşullarına bağlı oluşan azalmanın önüne geçmek için, çocuk doğurmaları amacıyla komutanlara tahsis ediliyor. Sınırlar içinde verilen seçme hakları, ölümler arasından ölüm beğenmenin bir başka söyleme şekli sanki. Bu seçme hakkının zaman zaman özgür hissettirmesiyse bir şeyin yokluğunda ortaya çıkan en ufak bir varlık belirtisinin baştan çıkarıcı olmasının bir göstergesi… Görevler ve kurallarla belirlenmiş bu dünyada, güç ellerindeymiş gibi görünse de erkeklerin durumu da pek parlak değil. Nihayetinde duygu ve hazları yasaklanmış bir dünyada kadın veya erkek olmak değil; insan olmak, insan kalmak zor.

Sıra Dışının Sıradanmış Gibi Anlatımı

Kahramanımızın adı Fredinki… Aitlik anlamındaki –ki ekiyle oluşturulmuş bir isim bu. Yani Fred’e ait olan… Bu, anlatılan dönem için oldukça sıradan bir durum.

“Sıradan olan, … , alıştığınız şeydir. Bu size şimdi sıradan görünmeyebilir, ama bir süre sonra sıradan görünecektir, sıradan olacaktır.”

Fredinki, gerçek adını öğrenemesek de June olduğunu düşündüğümüz kahramanımız, bize tam da bu sıradanlığın kabul edilişini gösterir şekilde anlatıyor hikâyesini. Olanı olduğu gibi, bir kamera edasıyla aktarıyor. İletişimin son derece kısıtlandığı bir durumda, nesnelerle kurduğu ilişkiyi, duygularını, düşlerini ve geçmişini bir filmin sahnelerini takip eder gibi okuyoruz. İşin içine “Sevgili Sen” diyerek okuru kattığındaysa anlatılan bu hikâyenin, tüm çaresizliklerine rağmen umuda da bir yolculuk olduğunu anlıyoruz.

Başka Bir Yaşama Dair Anılar

June, söz konusu rejimin öncesine ve sonrasına tanıklık etmiş bir kadın. Bu açıdan bakıldığında yeni gelen nesle göre durumu farklı, değişikliklere alışması daha zor. Ondan sonrakiler için işin daha kolay olacağını görüyor, ancak bunu belirtirken sunduğu gerekçe bir hançer gibi, “Çünkü anıları olmayacak, başka bir yaşama dair.”

Bu vardığı noktada kendi geçmişiyle de hesaplaşmalar yaşayan June, gerçekleşenlerin nasıl olabilir hale geldiğine de bir kapı aralıyor.

“Çok kısa sürmüş fikrimizi değiştirmemiz, bu tür şeyler hakkında.”

Üstopya

Margaret Atwood, yazdıklarını ütopya ve distopyanın iç içe geçmesinden yola çıkarak oluşturduğu “üstopya” kavramıyla tanımlıyor. Oluşturduğu tüm bu karanlık ortamda, bu bilgilerin bize nasıl ulaştığı sorusu bile okuyucuya bir umut kapısı aralıyor aslında. Kitabın içine yerleştirdiği, anlamı okudukça çözülen bir cümle, anlatının sonu ve kitabın sonu ise o umuda verilen anahtarlar niteliğinde.

Geçmişi anlatırken iyileri anlatmayı istemek gibi geleceği düşlerken de iyiden yana hayallerimiz. Umalım ki tarihin sahnesinden satırlara dökülmüş olanlar sadece bir öykü olarak kalsın, sadece bir öykü olarak zihinlerimize kazınsın. Çünkü; “sadece bir öyküyse, daha az korkutucu olur.”

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ
Margaret Atwood
Çev. Sevinç Altınçekiç – Özcan Kabakçıoğlu
Doğan Kitap, 2017

* Bu yazı 21 Temmuz 2017 tarihinde BirGün Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Bir Yeniçeri Masalı – Hamit Çağlar Özdağ

Hamit Çağlar Özdağ’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı Bir Yeniçeri Masalı hakkında Gazete Duvar’da yayımlanan yazıma linkten ulaşabilirsiniz.

Viyana Yollarında Bir Hatun Yeniçeri

“Özdağ, eril dilin kadına hâkim olduğu metinler içinden kendini ayırmayı başarıyor, üstelik erkekler arasında büyümüş bir kadına biçilmiş bu dili hınzır bir mizahla yumuşatıyor.”

 

Hüzünlü ve Sıcak Bir Roman: Haw

kemal_varol_haw_kitap

Kemal Varol’un ikinci romanı Haw, 2014 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve Sabit Fikir’in seçkisinde 2014 yılının en iyi romanı olarak yer almıştı.

Haw, aşkı da içinde barındıran masalsı bir roman. İki köpeğin ağzından anlatılmasına rağmen anlatılanlar ve anlatanlar son derece sahici ve samimi. Kemal Varol’un yarattığı gerçek ve gerçekdışı dünyada, kullandığı dil dünyayı bir köpeğin bakış açısından görmemizi sağlıyor. Bu bakış açısı tarafsız olduğu kadar, herhangi bir karakteri ayaklarından başlayarak hayal ettirecek kadar da gerçek.

Roman boyunca Kuzeyliler ve Güneyliler savaşırken yazarın çok iyi bildiği bir coğrafyada dört ayak üstünde dolaşıyoruz. Kurmaca gibi görünmekle birlikte doksanlardan bu yana hepimizin bir köşesine bir şekilde dokunmuş bir yarayı bir köpeğin gözünden insanca sorgulama fırsatını buluyoruz böylece.

Köpeğin etrafındakileri anlamlandırma çabası bizi özümüze dönüp yaşadığımız hayatları ve etrafımızdaki savaşı bir kez daha düşünmeye çağırıyor. Bu çaba, haklıyı haksızı ortadan kaldıran savaşın, hakikatin veya çözümün ne olduğuna bakmaksızın devam ettiğini ve bir yandan da devam edenin hayatlarımız olduğunu anlatıyor bize. Sloganlarımızı, öfkemizi, saldırdıklarımızı yeniden tartmaya davet ediyor. Savaşla çatışan gündelik hayat ise insanlığımızı ve zaaflarımızı bir kez daha hatırlatıyor. Savaşın hayatla karşı karşıya ve iç içe olduğunu sayfalar arasında sıklıkla görüyoruz.

Karakterler doyurucu biçimde çizilmiş. Varol’un gözlemlerini kalemiyle birleştirmesi çok naif ve insanın içine dokunur tasvirler yaratmış. “Günler tüylerimizin arasından birer ikişer geçiyordu.” derken tatlı tatlı akan zaman; “Öylesine çok kasmış ki kendini dedem, sırtındaki bir avuç tüy lap diye yere dökülmüş.” derken bahsedilen üzüntü; çok derinimizde bir yere dokunmayı başarıyor. Romanın atmosferi içinde dillendirilememiş bir aşkın anlatımı da içimizi titretiyor. “Üç kelime çıksa ağzımızdan dördüncüsünde birbirine dolanacaktı dillerimiz. Ama o ilk kelimeye muhtaçtık.”

Savaşın insanı, hayvanı, doğayı, her şeyi ve hepimizi etkilediğini okudukça daha da net görüyoruz. Yaşamanın kıymetini, iyiliklerle ve aşkla dolu bir dünyanın güzelliğini duyumsarken, aşkın ve sevginin fedakarlığının ne kadar güzel ve ne kadar zor olabileceğini anlıyoruz.

Ön yargılarımızın yıkılabilmesi, vicdanlarımızın yerini tekrar anlayabilmemiz ve belleklerimizi temizlememiz için bir fırsat sunuyor Kemal Varol bizlere. Çünkü belki de “Savaşın en kötüsü belleklerde yer edenidir.” diyor kitabın bir yerinde.

Kitabın sonlarına doğru anlatı uzuyor. Varol bunu savaşın bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan zamanını anlatmak için yapmış olmalı ki kahramanlarına ‘Güzel anlatıyor da lafı çok uzatıyor’ dedirtiyor.

Akıcı dili, masalsı atmosferi ve kurgusu ile Haw, barışı en çok telaffuz ettiğimiz şu günlerde, tarihi bir açıklama sunmamakla birlikte, yaşananları ve neden-sonuç ilişkilerini merak etmemiz için güzel bir kapı aralıyor bizlere.

Haw – Kemal Varol
İletişim Yayınları, 2014