Yazı Çizi Çeki Atölyesi’nde Atölye ve Söyleşiler Başladı

Haziran ayının sonunda Yazı Çizi Çeki Atölyesi olarak eğitim, atölye ve söyleşilerimize başladık.

İlk eğitimimizi pazarlama iletişimcisi, eğitmen, yazar ve Harbi Yiyorum‘un yaratıcısı Salih Seçkin Sevinç ile birlikte düzenledik. İlki Mayıs 2016’da İstanbul’da düzenlenmiş olan Yeme-İçme Sektörüne Yönelik Doğru Sosyal Medya Kullanımı Eğitimi’ni bu kez İzmir’de sektör profesyonellerine verdik.

sosyal-medya-egitim-haziran-2016

Salih’in 2009 yılından bu yana aktif olarak yazmakta olduğu Harbi Yiyorum isimli blog, bugün benim de yazarları arasında bulunduğum, geniş kitlelere ulaşan bir yeme-içme kültürü sitesi haline geldi. Salih, buradaki deneyimlerini dijital dünyadaki bilgisiyle harmanlayarak keyifli bir eğitime imza attı.

Eğitim sonrasında İzmir Yakın Kitabevi’nde bir söyleşi planlamıştık. Böylece yazan, yazmayı önemseyen, yazmak isteyen kişilerle bir araya gelme fırsatımız oldu. Yazma serüvenlerimizden, yazının hayatımızdaki yerinden bahsettik.

salih-seckin-sevinc-soylesi

Görüyorum ki herkes yazı ve yazın ile farklı bir bağlantı kuruyor. Hepsinin temelinde ise samimiyet yatıyor. Başkasıyla olandan ziyade kendimize olan samimiyet…

Önümüzdeki dönemde de genel katılıma açık atölye ve seminerlerimiz olacak. Hem sevilen yazarlar bizimle olacaklar hem de çeşitli etkinlikler düzenleyeceğiz. Aynı zamanda kurumlara yönelik atölye çalışmalarımıza da başladık.

Bilgi ve iletişim için aşağıdaki mail adresinden bize ulaşabilirsiniz.

bilgi@yaziciziceki.com

 

Asuman Nardalı: İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum.

Hikayesi Türkiye’den dünyaya erişen, sektörüne öncülük etmiş, istihdam sağlamış, kendi deyimiyle “girişmiş” bir kadın. Yetmemiş kendisi gibi girişmiş kadınları da bir platform altında toplamış. İşine olan tutkusu, yeniliğe ve gelişime açıklığıyla fırsatların peşinden koşmayı çok iyi biliyor.

İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi, İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi Başkanı Asuman Nardalı, çalışkan, hedef odaklı, yılmayan, yorulmayan yapısıyla yeni projeler planlarken çevresine ilham olmaya devam ediyor.

asuman-nardali

Oyun yazarlığından bir güzellik markasına oradan da İzmir’in ilk estetik okuluna uzanan bir hikayeniz var. Başarı öykünüzü bir de sizin ağzınızdan dinlesek…

Oyun yazarlığı ve oyunculuk okumayı hedefliyordum. Ancak bu hedef, Christian Dior ile tanışmamla beraber yarı yolda kaldı. Böylece kozmetik dünyası ile tanıştım; satış, uzmanlık, bölge sorumluluğu derken Fransızlar’la iki sene çalıştım. Yüksek hedeflerle çalışıyordum. Türkiye’de satış rekoru kırmıştım. 1989 yılında oğlum dünyaya gelince kendi şirketimi kurdum.

Bir kozmetik okulu açmaya nasıl karar verdiniz?

Eğitimimi yurtdışında cilt bakımı ve estetik üzerine aldım. Türkiye’de eğitim eksikliğine bağlı personel problemi olduğunu gördüm. 1991 yılında da kozmetik okulumu kurup profesyonel uzman yetiştirmeye başladım.

Sonra da çok geniş bir kitleye ulaştınız ve sektördeki çok önemli bir eksiği kapattınız. Kozmetik okulunun kapsamı ve ulaştığınız kitleyi nasıl tanımlardınız?

Kozmetisyen, estetisyen, makyör, maköz, masör, masöz, lazer uzmanı yetiştiriyoruz. Mezunlarımız aynı zamanda 5 yıldızlı otellerin SPA’larında ve zincir mağazalarda eleman olarak çalışıyorlar.

25 senede 3000’in üzerinde uzman yetiştirdim. Amerika’dan Avusturalya’ya, Almanya’dan Ukrayna’ya kadar dünyanın her yerinde yetiştirdiğim uzmanlar var. Türkiye’de de 75’ten fazla ilde okulumuz mezunlarını bulmak mümkün. Sektörde kalabalık bir aileyiz.

Başarınızda en çok hangi kişisel özelliğinizin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Hedefe kilitleniyorum. İşimi yaparken en iyisini başarmaktan başka bir şey düşünemiyorum. Onu almadan asla vazgeçmiyorum. Evde anahtar unutsam geri dönmem, işte de hiç geri dönmüyorum. Onun için de başarı arkadan geldi bunca yıl… Umarım böyle de gider.

Bir de Kıbrıs tecrübeniz var.

İkinci oğlum dünyaya gelmeden önce 7 sene Kıbrıs Lefkoşe’ye gidip geldim. Orada da kozmetikte söz sahibi olduk, çok personel yetiştirdik, güzellik salonları, otellere SPA bölümleri kurduk. Bu mesleğin eğitim bakanlığınca kabul edilmesini sağladım, müfredat yazdım. Böylelikle Kıbrıs’ta estetisyenlik bir meslek olarak okullara girdi. Oğlum dünyaya gelince işimin Kıbrıs ayağını orada yetiştirdiğim öğrencilerime devrettim.

Eğitimin bu kadar içindeyken ithalat fikri nasıl oluştu?

Oluştu demekten çok zorunluluk haline geldi. Türkiye’de 25 sene önce ithalatçı firma yoktu. Internet sayfaları da olmadığı için cihazlarımızı ve ürünleri bulabilmek için ülke ülke tüm kozmetik fuarlarını dolaşıyorduk. Numuneleri alıp, deniyorduk. Son derece meşakkatli bir işti. Ürün ve cihaz eksiği nedeniyle güzellik merkezleri yenilik yapmakta zorlanıyordu. En iyilerini seçip Türkiye dağıtım haklarını alıp satışını yapmak bir ihtiyaç olmuştu.

Sektörde başka nasıl değişimlere öncülük ettiniz?

O zamanlar otellerin SPA bölümleri yoktu. Türk hamamı kurmak yeterli algılanıyordu ve ikisi birbirinden çok uzak uçlardı. SPA’nın ne olduğunu ve gelecekte SPA’sız otel olmayacağını anlattık. Öyle de oldu gerçekten… Günümüzde oteller SPA’sı ile yıldızını parlatır. Üstelik artık Türk hamamı ve SPA birbirinden ayrı değil, birlikte bir bütün haline geldi. Bu da getirdiğimiz yeniliklerden biridir.

Geçmiş dönemde İzmir Ticaret Odası’nın ilk kadın yönetim kurulu üyesiydiniz. İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliğini ve 2011’de kurulan İzmir Ticaret Odası Kadınlar Konseyi’nin de o zamandan bu yana başkanlığını yürütüyorsunuz. Kadınlar Konseyi fikri nasıl ortaya çıktı?

Konseyi çok severek kurdum, çok severek de yürütüyorum. Türkiye’de ve dünyada kadın sorunlarıyla ilgili çok sivil toplum kuruluşu var. Ancak bunların hemen hemen hepsi zor durumdaki kadınlara yönelik çalışmalar yapıyor. Ben kadının gücünü başka bir yönden ele almak istedim. Ayakları üzerinde duran kadının da desteğe ihtiyacı olduğunu, güçlü kadını daha da güçlü yapmak için birilerinin çalışması gerektiğini düşündüm.

Beş sene içinde konseyde 70 kişiden 1000’i aşkın üyeye ulaştınız. Büyüme stratejiniz ve planınız nedir?

Evet, Türkiye genelinde bini aşkın kişiye ulaştık. İzmir Ticaret Odası’na kayıtlı 354 üyemiz var. İkinci projem olan 81 İl 81 Topuk ile 1384 kişi olduk. Artık her ilde bir sorumlumuz var, teşkilatlarımız oluştu. Yeni yıl ile birlikte yurt dışındaki arkadaşlarımız da giriş yapıyor.

Kadının düşmanı kadındır algısını yıktık. Konseyde tüm egolarımızı dışarıda bırakıp sevgimiz, bilgimiz ve birikimimizle yer alıyoruz. Birbirimizle yarışmıyoruz. Herkes de bu bilince sahip çıkınca konseyimiz büyüdü. Daha da önemlisi artık oturdu.

Konseyde kadınlar ne buldu?

Bizler kalabalıklar içinde yalnız kalabiliyoruz. Konseyde kadınlar güç buldu. Kendi gibi olan kadınları buldu. Aralarından dost ve iş arkadaşı seçme şansı buldu. Artık her üyenin Kemeraltı’ndan Van’a kadar her yerde kahve içeceği ticaret arkadaşları var. Buna servet harcasa ulaşamazdı kimse. Bu maya tuttu. Bunun zevki de benim hazinem oldu. Birbirimizi severek projelere devam ediyoruz.

Gambiya Fahri Konsolosusunuz aynı zamanda. Bu süreç nasıl gelişti?

Afrika kıtasına uzun yıllardır çok önem veriyordum. Yeraltı zenginlikleri bitirilmemiş, insan gücü henüz işlenmemiş, çok kullanılmamış bir yer olduğu için üçüncü bin yılın kıtasının Afrika olacağını düşünüyordum. Bu nedenle, daha konsey ortada yokken, kadın kuruluşlarıyla bağlantı kurdum, onlarla Afrika’da buluştum. Konseyi kurunca da onlarla birleştirdim. EXPO’da Afrika delegesi olduğum sırada Afrika ülkelerinin üst düzey bürokratlarıyla paylaşımlarda bulundum. Birçoğundan İzmir Fahri Konsolosluğu teklifi geldi aslında. Ancak tesadüfi gelişen bir toplantıda, Gambia’nın uygar ve sıcak insanlarının da etkisiyle onların İzmir Fahri Konsolosu olmaya karar verdim. İki yıldır da yapıyorum.

Kadınların iş dünyasına getirdiği farklı bakış açısı nedir?

Kadın üretken bir varlık. Aynı zamanda bir işe baktığında sadece sorumlu olduğu bölümü değil, bütün işi ele alır. Kadın aynı zamanda sağduyulu ve anaçtır. Güvenilir ticaret yapması da ayrıca önemlidir.

Kadınlar Konseyi gibi kadın topluluklarının iş dünyasına ve iş dünyasındaki kadınlara katkısı nedir?

Bu gibi topluluklar kadınlara sadece maddi değil, manevi katkı da sağlıyor. Kadın kendini daha güçlü hissediyor. Tabii ki kadınlar sadece iş dünyasında değil her yerde daha etkili olmalı. Kadına şiddet, fiziksel veya psikolojik, maalesef bu toplumun doğal yaşam akışı içinde olan bir şey… Bu nedenle kadının hemcinsi olan kadından güç bulmasını önemsiyorum.

İşsizlik oranları iki haneli rakamlara ulaştı ve İzmir işsizlikte Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Ve çözümün ne olabileceğini düşünüyorsunuz?

İzmir’de işsizlik, tabii ki, Türkiye ortalamasının üstünde kaldı. Öncelikle İzmir ödediği vergi payından hak ettiğinin çok azını geri alıyor. Ayrıca yatırımcı için cazip bir ortam sunamıyoruz. Dolayısıyla yatırımdan payımızı alamıyoruz. Yatırımcı gelmezse, istihdam da artmıyor. Ancak göç artıyor. Üstelik işsiz olan göç ediyor. Bu gibi nedenlerden sanıyorum İzmir’de işsizliği önümüzdeki dönemlerde de yaşayacağız.

Son olarak, sizin deyiminizle “girişmiş” kadınlara vereceğiniz en önemli üç tavsiye ne olurdu?

Girişmiş kadınlar zaten girişimci kadınlardır. Sadece bu işin başında değil, biraz daha ilerisindeler. Bu nedenle onlara iş ve güç birliği öneriyorum. Her zaman aynı sektörde olmalarına gerek yok, farklı sektörlerden iş kadınları da birbirine yatırım veya destek sağlayabilir.

Ayrıca girişmiş kadınlar birbirinden alışveriş etmelidir. İki çorap alıyorsa birini bir kadın girişimciden almalıdır.

(Bu söyleşi İzmir Life dergisi Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Ercan Kesal ile ‘Nasipse Adayız’ ve Hayat Üzerine…

“İleri Gitmek Çoğu Zaman Geriye Dönmekten Daha Kolaydır!”

ercan_kesal_1

Kırılıp dökülüyor, her geçen gün bir eksilip bir çoğalıyoruz. Gitmeye çalıştığımız yolda, bir varoluş mücadelesi veriyoruz. Ardımızda bir şeyler bırakarak ölümsüzlüğümüzü ararken yaşamla baş etmeye çalışıyoruz.

“Geçen gün ömürdendir…” diyor yazar kitabında…

Ömrümüz geçiyor; birçok insana dokunuyor, bir sürü olayın içinde roller ediniyoruz kendimize. Bıraktığımız izlerden payımıza düşeni alıyoruz biz de… Kimi bu izlerin farkına bile varmıyor, kimi bu izlerde kendini tanıyor, kimi de bunlardan yepyeni hikayeler yaratıp başkalarına dokunuyor.

Ercan Kesal hikayesi çok olan bir yazar. İnsanlık hallerimizi, duygularımızı çok yakından biliyor. Tahmin ediyorum ki onu okuduğunuzda hayata ve kendinize daha farklı bakacak, tanıma fırsatı bulursanız da o kalemin ardındaki duyarlı ve alçakgönüllü insanı hemen fark edeceksiniz.

Bugüne kadar hayattan, insandan, derin bir entelektüel birikimden ve farkındalıktan beslenen kaleminden üç kitap ve birçok dergi yazısı okuduk. Her okumamızdan sonra da yeni okumalar yapmak için bize açtığı kapıları fark ettik.

Ercan Kesal son romanı “Nasipse Adayız” ile Aralık başında İzmir Yakın Kitabevi’ne konuk olmuştu. Orada kendisiyle tanışma fırsatı buldum. Doktorluğu, edebiyatı ve sinemayı hayatına o kadar güzel yerleştirmiş ki, hayatı onlar olmuş. Kendisiyle yoğun programının arasında son romanından politikaya, hayattan sinemaya, edebiyata ve doktorluğa uzanan kısa bir söyleşi yaptık.

ercan_kesal

Nasipse Adayız’da bir belediye başkan aday adayı Dr. Kemal Güner’in adaylık sürecinde yaşadıklarını, partilerdeki durumu mizahi bir dilden okuyoruz. Kemal Güner hiç beklemediği bir zamanda kendini içinde bulduğu dünyanın çarklarına kendini kaptırıyor ve durmak istese de duramadan kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Bazen hayat yön veremediğimiz şekilde mi ilerliyor, yoksa içimizde hep o yönsüzlüğe gitmeye istekli başka biri mi var?

Bu kitapta insan denen canlının doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına aradığı cevabı bulabileceği yolculuklardan birini anlatmaya çalıştım. Bu yolculuğun adı politika yolculuğudur… İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biri olan politik mücadele ve nihayetindeki iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da bu soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek yerler olarak görünmüştür bana. Hikayenin öznesi Dr. Kemal de, içinde yer aldığı sosyal ortamın tüm karmaşıklığıyla birlikte,‘kafasında yıllardır taşıdığı büyük ideal ve amaçlar için aslında hiç de yeterli ve uygun birisi olmadığını anlamış, ama bunu itiraf ederek, çıktığı yoldan geri dönecek güce de sahip olmadığından kendisini bekleyen mutlak sona çaresizce razı olmuştur.’ Niye böyle yapmak zorunda kalmıştır. Bence, ileri gitmek çoğu zaman, geriye dönmekten daha kolaydır da ondan!

Giren herkes bu oyuna dahil oluyorsa, sorumlu biraz da biziz demektir. Bir dönem siyaseti deneyimlemiş biri olarak Nasipse Adayız’da da önümüze serdiğiniz sorunların çözülmesi nasıl mümkün olabilir? Yoksa düzelmeyecek bir yalana mı inanıyoruz?

Kahramanımız Kemal Güner, çıktığı “adaylık yolculuğu”nun sonunda, “her insanın kendi içinde, hep bir şiddet, kıskançlık ve aklının önüne geçen, bitmek bilmez bir hırs taşıdığı” gerçeğiyle de yüzleşme fırsatı bulur. Yaşadığı kırılma ve hesaplaşma, belki bundan sonrası için ona, yeni ve daha dürüst bir hayat fırsatı sunacaktır. Böyle bakarsanız onun için ‘hayırlı olmuş’ bile diyebilirsiniz. Ama, ‘siyaset pratiği hep böyle mi devam edecek?’ derseniz, galiba evet, böyle devam edecek. İnsanoğlu ne yazık ki, bu oyunun yerine daha gerçeğini ve insana yakışanı koyamadı. Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği güne kadar böyle!

80 sonrası politikadan uzaklaşan kuşakların yetiştiğini düşünüyorduk, Gezi olayları bize gençlerin de söyleyecek sözleri olduğunu, aslında konuya düşündüğümüz kadar uzak olmadıklarını gösterdi. Önümüzdeki dönemi ve gençlerin bu süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Gençlik gelecektir! Hesapsızdır, cesurdur, çoğu zaman üretim ilişkilerinin dışında durduğu için de saftır, kirlenmemiştir. 80 faşist darbesinin çok bilinçli biçimde hayata geçirdiği entelektüel yozlaşma ve yok etme hareketine rağmen, toplum kendi bağrından yeni ve şaşırtıcı filizler büyütmüştür. Gezi sadece muktedirleri değil, hemen herkesi şaşırtmıştır. Cesaretin, akıl, vicdan ve sınıfsal bir bakışla tamamlanarak, sürdürülebilir, güçlü bir muhalefete dönüşmesini ümit ederim.

“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış… Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.” aforizması ile Nietzsche’ye bir gönderme var kitabınızda. Utanma duygumuzu kaybetmeden o kör noktaya ulaşmak mümkün müdür?

Kim söylediyse iyi söylemiş: ’’İnsanlığı utanç kurtaracaktır!’’ Katılıyorum doğrusu. Hala utanabilmek iyi bir şey. Bu yüzden sosyologlar, insanı ‘’yüzü kızaran tek canlı türü’’ olarak tarif etmişlerdir. Kişinin kendini tanımaya başlayıp, yüzleşebilmesi için belki böylesi bir ‘utanç süreci’ şarttır. Öznemizin yazılı olduğu yeri okumak istiyoruz madem, bu yolculuktan çekinmemek ve kaçmamak lazım.

Peri Gazozu’nda boğazımıza düğümlenen hikayeler anlatıyordunuz. Hatta anlatmıyor, izletiyor; yanımızda oturup paylaşıyormuşçasına samimi bir dil kullanıyordunuz. Bu kez karşımıza mizahi bir dille çıkmanıza rağmen onun içinde de masumiyete bir özlemle hüznü yakalıyorsunuz… Ve tabii, yine bir film izler gibi okuyoruz sizi. Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizin birbirine katkısı nedir?

Sinemanın atına bindim, lakin atımı koşturan edebiyatın kırbacıdır. İkisi de birbirini hem besliyor, hem de tamamlıyor. Sinema ve edebiyat, dertleri insan olan, insanı anlatan iki yaratıcı sanat dalı. Birinin silahı sözcükler, diğerinin görüntüler. Çehov, edebiyat ve hekimlik arasında bir tercih yapıp yapamayacağı ya da neyi tercih edeceği sorulduğunda, edebiyatı karısına, hekimliği de sevgilisine benzetmişti. Benim sinema ve edebiyatla da benzer bir ilişkim var sanki. İkisini de aynı tutkuyla yaşıyorum. Yazarken, kalemimi bir kamera gibi kullanarak, anlatmak yerine göstermeyi tercih ediyorum. Sinemasal bir anlatımla yazmaya gayret ediyorum. Sinemada oyunculuk ve senaristlik dışında henüz film çekmediğim için, ‘çekmek istediklerimi, yazarak gösteriyorum’ diyebilirim.

Sinemacı ve edebiyatçı kimliklerinizi birbirine bağlasam da doktor kimliğinizi bu tablonun dışında tutuyordum. Ta ki bir söyleşinizde şu söyleminize rastlayana kadar: “Soranlara, “Sait Faik okumuş, Turgut Uyar’dan haberdar doktora gidin” diyorum. Çünkü Çehov okuyan doktorla, okumayan doktorun seninle kurduğu ilişki başkadır. Çehov okuyan doktor, hastaya başka türlü sorular sorar.”

Hekimlik de bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar, sağlık sistemini pazar, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür. Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısına, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan gerçek hekimlerdir, yaramızın merhemi. Hekimliğin bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacı vardır…

Peki önümüzdeki dönemde hangi hikayeleri anlatacaksınız bize?

Bizim hikayelerimizi… Galeano’nun dediği gibi, sokaktan aldıklarımı, onlardan bana gelenleri, kalbimdeki cesaret ve kehanetle bezeyip, yine onlara geri göndereceğim, buluşabilmek ve birlikte kurtulmak ümidiyle.

ercan_kesal_beril_erbil