Denizden Saçılan Hikâyeler*

Ferhat Uludere’nin ilk baskısını 2010 yılında yapan Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba adlı romanı uzun bir aradan sonra Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Uludere’nin edebi dünyasına aşina olanlar onun dile verdiği öneme ve türler arasında geçişine yabancı değil; meselelerine de. İlk öykü kitaplarında kasaba ve şehir arasında kurduğu sıkışmış evren, ilk romanı 1001 Fıçı Bira’da kasabalı bir gencin hikâyesine, ikinci romanı Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da ise efsanelere ve kasabanın hikâyelerine evrilmişti. Ardından Don Quijote’nin Üçüncü Cildiile postmodern bir romanla karşımıza çıkmıştı Uludere ve edebiyat tarihinde iz bırakmış bazı roman kahramanları onunla yeniden dile gelmişti. Son romanı Son 11’de ise yine kasabaya dönmüş, küme düşmüş bir futbol takımının soyunma odasından kasabanın otuz yıllık tarihine, aşklarına ve ‘90’ların siyasi ve kültürel değişimine tanık etmişti okurunu.

Genelde erkek dünyasını anlatan yazarın en dişi kurguya sahip romanının Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba olduğunu söyleyebiliriz. Bir sahil kasabası, deniz, denizkızları, balıkçılar, metruk bir ev, evle birlikte kasabaya saçılan hikâyelerin karanlığına gömülmüş Feryat ve Hazan’ın aşkı ve sahil kasabalarının görünmeyen karanlık yüzü… Büyülü gerçekçi bir kasaba romanı.

Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’nın kitaplarının arasındaki yeri nedir senin için?

1001 Fıçı Bira’nın yayımlanmasının ardından yeni bir dil arayışına girmiştim. Daha olgun bir dile ve daha farklı kurguya ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. 1001 Fıçı Bira bir gencin ağzından kendi hikâyesini anlatıyordu ve doğal olarak çok gündelik ve genç bir dili vardı. Onu kırmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da. Bunun yanı sıra bir sahil kasabasına, denize ve denizkızlarına dair bir şeyler yazmak istiyordum. Asıl amacım bunları yapmak, büyük laflar etmeden kocaman şeyler söylemekti ve hepsini yaptığımı düşünüyorum. Günlük gazetede çalışırken ve gazetenin çıkardığı tüm eklerden sorumluyken kısa zamanlar ayırarak uzun sayılabilecek bir dilimde yazmıştım Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı, o anlamda da özel bir yeri vardır.

Bu kitabınla birlikte büyülü gerçekçi evrenlere açılıyoruz. Nedir büyülü gerçekçilik ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba bir öyküden nasıl böyle bir evrene evrildi?

Büyülü gerçekçilik okumayı sevdiğim bir tür aslında. Latin Amerika’nın şamanik köklerinden beslenen ve bu köklerden ortaya çıktığını düşündüğüm akımın Türkiye’nin anlatısına da çok uygun olduğunu düşünüyorum ama bizde yeteri kadar ilgi görmüyor. Gerçekçilik daha ağır basıyor bizde. Onu süslemeye ihtiyaç duymuyoruz. Büyülü gerçekçiliği özetlemek ya da anlatmak gerekirse, uzun zaman hem Kolombiya Milli Takımı’nın ve Pablo Escobar’ın kurduğu takımların kalesini korumuş Rene Higuita örneğini veriyorum. Büyülü gerçekçiliği anlamak isteyenlerin onun Akrep Kurtarışı’nı izlemelerini tavsiye ederim. Kaleye gelen topu elinle tutmak yerine takla atıp ayaklarınla kurtarmaktır Büyülü gerçekçilik.

Büyülü gerçekçiliği okumayı sevsem de, aslında bir türe takılıp hep o türde çalışmak istemiyorum. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yapısı ve konusu gereği bu akıma uygundu. Bu roman başka bir türde yazılamazdı. Ama hemen akabinde Don Quijote’nin Üçüncü Cildi adlı post-modern bir roman yazmıştım, oradaki hikâyenin de başka bir türde anlatılamayacağını düşünüyordum.

“Kasabayı anlatmak” lafını açmak lazım belki de. Çünkü edebiyatımızda çok roman ve öykü kasabada geçiyor, kasabalı karakterleri ele alıyor, edebiyat taşradan besleniyor. Bir de Trakyalı olup alkolle seyreltilmiş yaşamlar konunca önümüze, kimine göre hikâye “Trakya’nın meyhane ve sarhoşlarını anlatıyor”a dönebilir… Ama sen kasabada geçen hikâyelerden ziyade, farklı olarak, kasabayı bir karakter olarak koyuyorsun önümüze… Kasabanın bu anlatılası hali, kasaba nedir senin için?

Özellikle Son 11 ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba özelinde konuşursak, içlerinde baskın karakterler olmasına rağmen iki kitap da bir karakter romanı değil. İkisinin de merkezinde kasaba var. Birinde dünyanın uzağında duran bir sahil kasabası, diğerinde ise adıyla sanıyla Lüleburgaz… İki romanı da kasabayı anlatmak ve anlamak için yazdım. Asıl odaklandığım kısım biraz da kasabanın insana yaptığı fenalıklardı. Bu anlamda tek bir kişiyi anlatmak çözüm olmayacaktı ve sosyolojik bir anlatı kurup kasabayı merkeze koymam gerekiyordu. Çünkü kasabayı, ne kadar küçük olursa olsun tek bir kişi üzerinden, tek bir hikâye etrafında anlatamazsınız. Başka bir kurguya ihtiyacınız olacaktır.

Lüleburgaz bir sahil kasabası değil. Anlattığın diğer kasabalardan ziyade bir sahil kasabası var bu kitapta. Kitabın atmosferine katkısı büyük. Modern hayatın sığınılacak, romantik sahil kasabası değil, gizemi, hikâyeleri, kötülüğü, şiddeti içine hapseden, neredeyse efsunlu bir kasaba. Burada deniz de bir karakter resmen. Deniz bir kasabayı nasıl etkiler?

Ben gri bir sanayi kasabasında büyüdüm. Çocukluğum orada geçti, ilk gençliğim de öyle… Ve o griliğin içinde rengi özlerdik. Hiç renk yoktu kasabada sanki; hayat ezberlenmiş çaresizlikler ekseninde ilerliyordu. Kimsenin hayali de yoktu; herkesin işi belliydi, bir fabrikaya girmek… Sadece o fabrikadaki iş kollarımızı seçmek için eğitim alıyorduk. Böyle bir coğrafyada denizi özlüyor ve oturduğumuz çay bahçesinin önünde otoyolun değil de denizin olduğunu düşlüyorduk. Bu düşün karşılığı bir anlamda Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve bu yüzden de düşler, hayaller, farklı renklerle bezeli. Ve sanayi kasabasındaki çocuklarının umutsuzluğu ve korkularıyla kabarıyor deniz.

Genelde erkek dünyasını anlatıyorsun. Bu dünyada kadınlar ya yok ya evlerindeler. Ya da bir anda kasabaya dönüp ortalığı karıştırıyorlar, kasabada bir yaranın kabuğunu kaldırıyorlar. Ferhat Uludere’nin yazınında kadın tehlikeli olan, karanlık olan, baştan çıkaran mıdır?

Genel itibariyle erkek dünyasını anlatıyorum çünkü kasaba dediğimizde kadınların evlerinde sıkışıp kaldığı, erkeklerin ise bütün bölgeye hâkim olduğu bir yaşam var ortada. Romanlarımın genelinde 1001 Gece Masalları’ndaki kadın motifini kullanıyorum. Biraz oryantalist bir bakış, biliyorum ama oradaki kadın kimliği hoşuma gidiyor. Kadınlar sıradan erkek dünyasının kenarında duruyor ve o dünyayı yok ediyorlar. Benim kadınlarım biraz efsunlu varlıklar. Peşlerinde bir gizi ve yok oluşu taşıyorlar. Erkekler onların peşinde perişan oluyor. Yani efsunlu oldukları kadar da tehlikeliler.

Yine yazdıklarında tekrarlayan bir motif olarak kadın kasabayı terk eden, büyük hayatlar arayan, modernizme uyumlu ve hedeflerinin peşinden giderken erkekler kasabada kalan, daha âtıl, keşmekeşten bir limana sığınmış karakterler. Bir kabulü yaşıyorlar. Bu bana kasaba erkek, şehir kadınmış, kasaba ve şehir ikilemi kadın ve erkek arasında da sürekli gitgelleri doğuruyormuş, erkek değişime daha kapalıyken kadının doğası değişim ve dönüşümmüş gibi bir alt okuma yaptırdı bu kez. Ne dersin?

Kadınlar erkeklere nazaran her zaman daha cesurlar, en azından gitmeyi başarıyorlar. Erkekler daha statüko düşkünü oluyor. Mevcut durumu kabullenmek ve bir anlamda mevcut hali sürdürmek onlara düşüyor. Bu anlamda kasabayı ilk kadınlar terk etti ve erkekler peşlerinden gitti. Kadınlar hayatlarını değiştirse de erkekler mevcut hayatlarını kasaba dışında sürdürme hayali kurdular. Her zaman böyle değil midir? Kadın yeniliğe her zaman daha açıktır. Gezmeyi kadın ister, evin eşyalarını kadın değiştirir… Kadın sürekli yenilik yapar.

Sen bir hikâye anlatıcısısın ama çok da iyi bir hikâye biriktiricisisin. Yazma serüveninde otobiyografik öğelerden, yaşanmış hikâyelerden de sıklıkla besleniyorsun. Bunların kitaba girişleri nasıl oluyor? Yazma sürecin nasıl işliyor?

Yazmaya başlamadan önce elimde her zaman hikâyelerim vardır. Ne anlatacağımdan ziyade, hikâyeleri nasıl bir araya getireceğimi düşünürüm. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da deniz bir birleştirici unsur olarak karşımıza çıkıyor, Son 11’de ise futbol takımı aynı işlevi görüyor. Hikâyeleri bir araya getirirken sırtımı gerçeğe yaslamıyorum hiç. Bir gerçek kırıntısından hareket ederek birçok fark hikâyeden detayları bir araya getirip yeni bir şey inşa ediyorum. Genellikle de insanların hikâyelerinden yola çıkıyorum ve yazdıktan sonra o hikâyeyi kimse tanımıyor.

“Büyük şehrin büyük düşleri ve bu düşlere yetişme telaşı… Yıllardır aynı şeyleri düşünüp aynı şeyler için uğraşıyordu Hazan. Biraz daha kazanıp biraz daha fazla harcamak, koltukları yenilemek, daha şık tabaklarda yemek yemek, arabayı değiştirmek, yeni ev almak… Tüm bunları yapmaya yaşamak diyordu. Onun için yaşam satın alınan bir şeydi.”

Senin için yaşamak nedir?

Yaşamak satılan alınan bir şey değildir ama biz artık her şeyi satın almaya alıştık. Yiyecek satın aldık, giyecek satın aldık, bilgi satın aldık ve şimdi yaşam satın almaya çalışıyoruz. Daha fazla ve daha çok… Halbuki yaşam her yaşın tadına varmaktır. Sevmek, sevilmek, ihanete uğramak, ağlamak, üzülmek, mutlu olmak ve birinin mutluluğunu paylaşmaktır. Hiçbiri de satın alınamaz bunların. İnsan gözyaşlarını satın alabilir mi?

 

* Bu söyleşi 8 Ekim 2020’de K24 / T24 Bağımsız İnternet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Gitmek, Dönmek, Kalmak Arasında*

İlk kitaplar yazarı için de okuru için de bir heyecan barındırır kendinde. Yazar yazın serüveninde yeni bir yola girmiştir artık. Bu bir öykü dosyasıysa, o güne kadar parça parça yazılmış öyküler toplanmış, onlardan bir bütün elde edilmiştir. Dilin yolculuğu okurun gözlerinin önüne serilmiştir. Okur yeni bir yazarla tanışmak üzeredir. O güne kadar belki azar azar okumuştur edebiyat dergilerinde yazarın kaleminden öyküleri. Ancak eline aldığı kitap yazarın dünyasının anahtarı gibidir. Bugüne kadar etrafında dolaştığı dünya şimdi sayfaların arasından süzülerek anlaşılmak için karşısındadır.

Onur Akbudak, öykülerini toplu kitap çalışmalarında ve çeşitli edebiyat dergilerinde okuduğumuz bir yazar. Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan Kasabada Yeni Bir Şey Yok ise onun ilk öykü kitabı. Kasabanın ve kasaba insanının durağan hayatını, yalnızlığını, sıkışmışlığını ve mutsuzluğunu anlattığı öykülerinde kasabanın sıkıntılı penceresinden doğaya, çocukluğa, arkadaşlıklara, çalışma hayatına ve çocukluğunun geçtiği 80’lerden günümüze bir perde aralıyor.

Yirmi öyküden oluşan kitapta önce kasabayı izliyoruz, yalnızlık bir göz gibi dolaşıyor kasabanın sokaklarında ve evlerinde. Onur Akbudak kitabın ilk öykülerinde insanın insanla kurduğu ilişkiden çok insanın doğayla, hayvanlarla, bitkilerle kurduğu ilişkileri ortaya çıkarıyor. Diğer yandan Tostçu Alparslan, Çiçekçi Hasan, Remzi Bey üzerinden kimliklerimizle şekillendirdiğimiz ilişkilerimizin insanda ve doğada eşitlenen haline bakıyoruz.

80’lerin başlarında doğan ve dönemin baskıcı ortamını gözlemleyen yazar, politik duruşunu, topluma karşı sorumluluğunu o günlerden bugünlere taşıyor, esnaftan öğretmenlere toplumun karşılaştığı sorunlara bir ayna tutuyor, “sahip olduğu toprağın değerini hepimizden çok bilen çiçekler”e güzellemeler yaparken onlarla insan insana bir arada yaşadığımız parkları da unutmuyor.

Öykülerde ilerledikçe yalnızlık yavaş yavaş insan içine karışıyor. Ne var ki ikili yalnızlıklar da sıkıntıyı hafifletmiyor. “Kasabanın yalnızlığına hala büyümeyerek karşı koymaya çalışan arkadaşlardan” söz ederken çocukluğun teklifsiz kalabalığına duyulan özlem büyüdükçe doğaya sığınıyor belki de.

Öyle ki Akbudak, süper kahramanların dünyasında Çim Adam’dan bir anti-kahraman yaratıyor ve aşkın peşine düşüyor. “…insan bulduğunu sandığı anda düşer asıl yanılgıya… Anladığını sandığında kapatırsın bilincini.”

Onur Akbudak’ın Oğuz Atay’a olan düşkünlüğünü biliyorum. Bir öyküsünde ustaya selam vermeden geçmemiş, Sadık Hidayet, Henry Miller, Dostoyevski, Çehov, Sait Faik, Nabokov, Borges, Gonçarov’u da satırlarına eklemiş.

Kasabada Yeni Bir Şey Yok, yalın diliyle kasabanın “zor ve içi boş” hayatında gitmek, dönmek ve kalmak arasında dolaşan öykülerden oluşuyor.

“Bu dünyada yaşamak istemiyordum. Yaşanacak başka bir gezegen bulsam, hiç düşünmeden, “Evet, ben de geliyorum!” derdim. Yoktu. Üstelik yetmezmiş gibi bir de bu kasabanın sokaklarında sıkışıp kalmıştım. Oturduğum dere kıyısından hareket edemeyecek kadar bitkindim, ait hissetmiyordum kendimi buraya. Cesaretsizdim ve korkağın tekiydim. Dünyanın ne ışıklar içindeki şehirleri ne de doğayla iç içe köyleri umurumdaydı. Sahi, ben neden bu kasabadaydım?”

Evet, kasabada pek bir şey değişmiyor; gitmek, kalmak ya da varmak, insan değişmediği sürece hiçbir şeyi dönüştürmüyor. Kim bilir belki de kitaba ismini veren öyküde dendiği gibi yolda olmaktır en iyisi…

Kasabada Yeni Bir Şey Yok / Onur Akbudak / Yitik Ülke Yayınları / 120 s.

*Bu yazı BirGün Kitap Eki‘nin Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.

Ferhat Uludere: İyi ki ‘Sayıklamalar’ Var!

Sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla bir dünya kurarız kendimize. Elde etmek istediklerimizi düşünmezsek kurduğumuz dünya ne çok sıkıcıdır ne de çok eğlenceli. Ancak ne zaman farklı bir şeyi arzulasak kurduğumuz bu dünya yıkılır. Kalmakla gitmek, vazgeçmekle savaşmak arasında çetin sınavlar verilir. Seçiminizi mücadeleden yana yaparsanız eski sakin düzene özlem kaçınılmazdır. Ferhat Uludere 13 yıl sonra yeniden yayınlanan ilk kitabı Sayıklamalar’da kasabasından İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’a alışmaya çalışırken kasabasını özleyen bir gencin dünyasından öyküler anlatıyor bize.

21 öyküden oluşan kitap Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Öykülerin nesnelerden hayata uzanan dünyasında yalnızlık, beklemek, özlemek ve aidiyet yazarın kaleminden gerçeğe bürünüyor ve okura edebi bir haz sunuyor.

Ferhat Uludere ile Sayıklamalar’dan başlayıp hayata, kitaplarına, yazmaya ve edebiyata dair konuştuk.

IMG_1461 - Kopya

Sayıklamalar bir ilk kitap… Üstelik heyecanları, talihsizlikleri, yaşanmış ve yaşanamamış sevinçleri ile bir ilk kitap… Kendi deyişinizle bir gençlik çetelesi olan bu kitabı tekrar yayınlamaya nasıl karar verdiniz?

“Sayıklamalar” yayımlandığında 25 yaşımdaydım. 13 yıl sonra o günlere baktığımda 25 yaşın bir kitap yayımlamak için oldukça erken bir yaş olduğunu düşünüyordum. Bunun tabii ki birtakım nedenleri vardı ama bu düşüncemin en önemli sebebi kitabın kusurlu yayımlanmasıydı. Soruda dediğiniz gibi “yayınlanırken bir takım talihsizlikler” yaşamış bir kitap “Sayıklamalar”. Yayınevinin acemiliği yüzünden asgari özenin bile gösterilmediği bir kitap oldu. “Sayıklamalar” yayınevi için sadece hatalı bir üründü, ama o hatalı ürün benim ilk kitabımdı. İçindeki hatalar yüzünden “Sayıklamalar”la aram açıldı. İnsanın kendi kitabıyla arasının açılması cidden hoş bir şey değil. Bunun bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Bu duyguyu ne yayınevi sahipleri bilir, ne de editörler…

Uzun bir süre kitabı görmedim, görmek istemedim; samimiyetle söylüyorum “Sayıklamalar”ın ilk baskısı kütüphanemde yoktur.

Yitik Ülke Yayınları kitabı tekrar yayımlamak istediğinde Kadir Aydemir’in bu fikrine önce sıcak bakmamıştım. “Sayıklamalar” artık piyasada yoktu ve olmamasının daha iyi olacağını düşünüyordum. Ama Kadir ısrarcı olmaya başladığında en azından kitaba bir kez bakmak istedim. Sonra “Sayıklamalar”a haksızlık yaptığımı fark ettim. 13 yıl sonra okuduğumda kabahatin hikayelerde değil yayınevinde olduğunu anladım bir kez daha… Sonra yeniden yayımlamaya karar verdik.

Kitabın önsözünde ilk kitap heyecanınızı ve o zaman yaşadıklarınızı çok samimi bir dille anlatıyorsunuz. 13 sene sonra Sayıklamalar’ı tekrar elinize almak nasıl bir duygu?

Sunay Akın’la yıllar önce yaptığımız konuşmayı kitabın girişine iliştirmiştim. Kitabı görünce “ilk kitap heyecanını bir daha yaşayamayacaksın” demişti. Hakikaten de öyle oluyor. İlk kitap heyecanı bir daha yaşanmıyor. İlk kitabınız 13 yıl sonra yeniden yayımlansa bile aynı heyecan olmuyor. Çünkü siz de aynı kişi olmuyorsunuz. O öyküleri yazan çocukla aramda 14 ya da 15 ya da daha fazla yıl var. Onun yazdıklarına biraz ağabey şefkatiyle yaklaşıyorum artık, yaptığı hataların üzerinde çok durmuyor gülüp geçiyorum. “Sayıklamalar”ın heyecanını değil de bir dönem bu öyküleri yazmış olmanın keyfini yaşıyorum. Şimdi iyi ki de “Sayıklamalar” var diyorum. Çünkü 2002 yılındaki o kitap fuarında, o gün elinde ilk kitabıyla Attila İlhan’ın imza gününe giden ve ona kendi kitabını imzalayan çocuk çok mutluydu.

Kitabınızı rahmetli babaannenize ithaf etmişsiniz. Bir öykünüzde de babaannesini kaybetmiş bir yetişkinin üzüntüsünü ve babaannesiyle arasında kurduğu saf sevgi bağını işliyorsunuz. Babaannenizin hayatınızdaki ve bugünkü yazar kimliğinizdeki etkisi nedir?

Babaannem hakkında yazdığım ilk hikaye “Sayıklamalar”daki “Kibrit Kutuları” değil aslında. 90’lı yılların ikinci yarısında Lüleburgaz’da çıkardığımız fanzinlerden biri olan “Bi’ Şey”de yazdığım “Geriye” adlı bir öykünün başkahramanı da babaannemdi. Çocukluğumun büyük kısmını babaannesinin yanında geçirmiş biriyim, hatta ilk gençlik yıllarımın büyük bir bölümü de onunla geçti. Babaannesiyle yaşayan her çocuk gibi ben de birçok hikaye dinledim ondan; birçok dua öğrendim… Babaannem ve onu ziyarete gelen yaşıtlarından yorgunluğu, heyecanı, hayattan keyif almayı ve ne yazık ki ölümü her çocuktan önce öğrendim. Babaannem hakkında iki tane hikaye yazdım, ama onun bana kattığı şeyler yayımlanmış beş kitabımda anlattığımdan daha fazlaydı.

“Sayıklamalar”ın son baskısında hikayelerin yerleri yeniden düzenlenmiş. Bunu yaparken kitabın atmosferinde neyi değiştirmek istediniz?

Tüm hikayeleri okuduktan sonra sıralamanın böyle olması gerektiğini düşündük. Kitabın duygusunu, atmosferini ve söylemek istediğini en iyi yansıtan hikayeyi bulmak ve onunla başlamak gerekiyordu. Bir şey değiştirmedim aslında, olması gerekeni yapmaya çalıştım. Çünkü önceki yayınevi kitaptaki öyküleri alfabetik sıraya dizmekten başka bir şey yapmamıştı.

“Bu evde hatta bu hayatta var olan her şey bizlerin yaşamına etki eder, hatta yaşamlarımızı belirler.” cümlenizi kanıtlarcasına nesnelerden kurulu veya yolu çokça bu nesnelerden geçen hikayeler var kitabınızda… Nesneler bu kadar önemli mi hayatımızda?

Aslında sadece benim hayatımda değil hepimizin hayatında nesneler büyük bir yer tutuyor ve biz istesek de istemesek de hayatımızda bunların önemi büyük. Hatta öyle ya da böyle hepimizin hayatını nesneler belirliyor. Bazıları bunu “sahip olduklarının sonunda sana sahip olması” üzerinden tanımlıyor, bazıları üretim araçlarından dem vuruyor; ben ise en saf haliyle ele alıyorum. Halıfleks döşenmiş bir odayla el halısı serilmiş bir odada yaşanan aynı ilişkinin değişik sonuçlar vereceğine kanaat getiriyorum. Nesneler ve hayatlar arasında kurduğum ilişki sadece “Sayıklamalar” ile de sınırlı değil. “İslenmiş Aşka Mektuplar”da, “1001 Fıçı Bira”da, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”da ve hatta “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nde de bu ilişkiyi görmek mümkün…

Yazarken bozmayı, yeniden kurmayı, anlatılanın ötesine geçmeyi seviyorsunuz. Üstelik kurcaladığınız hikayenin sizin olup olmaması da sizin için önemli değil. Bu, her şeyi olduğu gibi kabul eden dünyaya karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilir mi?

Metinleri bozmayı ve onları yeniden, yeni biçimlerle üretmeyi seviyorum. Bundan hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğim. “Sayıklamalar” ve “İslenmiş Aşka Mektuplar”da bu tip hikayeler yazmıştım. “Don Ouijote’nin Üçüncü Cildi”nde işi bir romana kadar vardırdım. Tabii eylemlerimiz bunlarla sınırlı kalmayacak…

Bu yaptığımı bir başkaldırı olarak okuyabilirsiniz elbette. Çünkü mevcut metinleri yazarın elinden çıkmış haliyle bırakmak yerine onu önce bir okur olarak yorumluyor, ardından da bir yazar olarak yeniden yaratıyorum. Hem de gerçek yazarının hayal etmediği bir biçimde.

Çalışmak adamın karakterini bozar mı?

Elbette… Sizi bilmiyorum, ama ben hayatı boyunca çalışmamış hatta hiçbir zaman da çalışma ihtiyacı hissetmemiş insanlarla bir arada yaşadım. Bu insanlar öyle zengin değillerdi, aileden gelen varlıkları da yoktu, kimseden emir almadıkları gibi kimseden para da istemiyorlardı. Onlar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapan Lüleburgaz’ın çalışamayan insanlarıydı. Bizim çağdaş fakat ondan kat be kat yoksul Oblomovlarımız… Onların ellerindekilerden daha fazlasına ihtiyaçları yoktu. Daha başka yerleri de hayal etmiyorlardı. Evet; bulundukları yerden şikayet ediyorlardı, ama buna rağmen orada mutluydular. Şikayetleri bir alışkanlıktı, insanlara anlatacak hikayelerini bu şikayetlerle süslüyorlardı. Ve burada çalışmak adamın karakterini bozuyordu. Çünkü çalışmak daha fazlasını istemekti.

“Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” yayımlandığında kitapla alakalı yaptığımız tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp kasaba sıkıntısına geliyordu. Ben de İstanbul’dan bakıp kasaba sıkıntısı üzerine beylik laflar ediyordum. Söyleşiler durulduktan sonra Lüleburgaz’a gittim ve çok eski dostlarımdan, hatta ağabeylerimden biri sarhoş bir sesle şöyle demişti;

“Sen gazetelerde kasaba sıkıntısı filan diyorsun ya, oğlum biz sıkılmıyoruz burada. Keyfimiz yerinde vallahi. Sen nereden uyduruyorsun ki öyle şeyleri…”

Sayıklamalar’da yalnızlık var, ait olamama, kendini anlatamama var, beklemek var, özlemek var… Bunların tam da ortasında Beckett’in, Don Quijote’nin, Oblomov’un izleri var… Bugün bu kitaba buradan baktığımızda onu Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nin bir habercisi gibi görebilir miyiz?

Okur için sıralama “Sayıklamalar”, “İslenmiş Aşka Mektuplar”, “1001 Fıçı Bira”, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” ve “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi” olarak ilerliyor. Bu anlamda haklısınız elbette; “Sayıklamalar”daki bazı öyküler “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nin habercisi olabilir. Ama gözden kaçan küçük bir detay da var. “Sayıklamalar” 2002 yılının Ekim ayında yayımlandı, ama “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ne kaynaklık eden çalışmalara başladığımda sene 2000’di. Bu anlamda “Sayıklamalar” hem öncesi hem de sonrası oluyor. O yıllarda yaptığım çalışmalar zamanla farklı şekiller aldı ve farklı metinler olarak ortaya çıktı diyebiliriz…

Sayıklamalar ve ikinci öykü kitabınız İslenmiş Aşka Mektuplar arasında üç sene var. Üç sene içinde diliniz ve kurgunuzdaki değişimlerin yanında yarattığınız dünya da değişiyor. Edebiyat yolculuğunuzda bu iki kitabınızı değerlendirmenizi istesek…

İki kitap arasında belirgin farklar görmek mümkün ama ikisinin de duygusu aynı gibi geliyor bana. “Sayıklamalar” kendince öyküler yazan birinin kitabıyken “İslenmiş Aşka Mektuplar”da ilk öykü kitabını yayımlamış genç bir yazarın yeni öykülerini okurla buluşturmasının sorumluluğu var. Şimdi size tam olarak anlatamadığım bu farkı birçok insana sordum. “Sayıklamalar”ı çok beğenen bazı arkadaşlarım “İslenmiş Aşka Mektupları” beğenmiyorlardı. “İslenmiş Aşka Mektuplar”ı beğenenler de “Sayıklamalar”ı acemice bulmuşlardı. Aynı duyguların farklı şekilde anlatımı aslında iki kitap da… İkisinde de kasabadan İstanbul’a gelmiş ve bir türlü İstanbul’un kalabalığına alışamayıp kasabasını özleyen bir genç var…

Öykü atölyeleri düzenliyor ve Öykü Atölyesi adı altında dersler veriyorsunuz. Öykü sizin için ne ifade ediyor? Anın öykücüsü değilsiniz genellikle…

Öykü yazmaktan da okumaktan da keyif aldığım bir tür. “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni bir kenara bırakırsak, “1001 Fıçı Bira” ve “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”ya roman yazmak için başlamamıştım. Öncelikle anlatacağım öyküler vardı ve o öyküler kontrolümden çıkıp roman olmayı seçtiler. Ben yazmaya biraz da böyle bakıyorum aslında. Yazma eyleminin sürprizlerine bırakıyorum kendimi. Öyküler hiç hesaplamadığım yerlere gidiyor, planlarımı yeniden yapmak zorunda kalıyorum ve bazen yazmayı düşündüğüm konunun kenarından bile geçmediğimi fark ediyorum.

Öykü Atölyeleri’ne gelirsek… Atölyelerde yaptığımız çalışmaların tamamı yoktan bir öykü var etmek üzerine ilerliyor. Aristoteles’in yol göstericiliğiyle estetiğe ve yazma sanatına giriş yapıyoruz; bir karakter yaratıp o karakterin hikayesini kaleme alıyoruz. Atölye sonunda yazmaya hevesli ama daha önce hiç öykü yazmayı denememiş birçok insanın bir öyküsü ve yeni öyküler yazmaya cesareti oluyor.

ferhat_uludere_

Geçmişle kıyaslandığında örgütlü bir edebiyat ortamından bahsedemeyeceğimizi söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Kırılmalar yaşamış ve birbirinden kopmuş bir edebiyat dünyası, gazete kitap eklerinin etkisi, yazar destekli yayıncılık… Buna çevremizdeki kesintisiz bilgi bombardımanını ve sosyal medyanın etkisini de eklediğimizde son dönemin edebiyat ortamını nasıl değerlendirirsiniz?

Geçmişte kaldı dediğimiz edebiyat ortamı, dergiler ve dönemin nitelikli yazarları tarafından geliştirilen, yaşayan ve büyüyen bir edebiyat ortamıydı. Bir öykü ya da bir şiir yayımlanmadan önce nitelikli birçok insanın elinden geçer, emek verilir ve değer kazanırdı. Ama şimdi durum aynı mı? Elbette değil.

Edebiyat dergilerinin reklam veren yayınevlerinin kitaplarını tanıttığı, kitap eklerinde kitapların okumadan değerlendirildiği, kendine “saygın” sıfatıyla dolaşan yazarların övüne övüne genç yazarları okumuyorum diye yazılar yazdığı, parayla kitap basan yayınevlerinin çoğaldığı bir ortamda edebiyattan bahsetmek ne yazık ki mümkün değil. Okurdan ziyade takipçinin değer kazandığı bir yerde edebiyatın ortamı da olmaz tabii. Edebiyat ortamı Türkiye’de sektör buluşması haline geldi artık.

Popüler kültürün hayatımızın her alanına yayıldığı günümüzde gerçek edebiyata ulaşmak da güçleşiyor. Bugün gerçek edebiyat nerede yaşıyor? Meraklı okur ona nasıl ulaşabilir?

Meraklı okurun nitelikli edebiyatı bulmak için benim yol göstericiliğime ihtiyacı olacağını sanmıyorum. O gerçekten meraklı ise edebiyatın saklandığı yeri şimdiye kadar çoktan bulmuş hatta bize de oradan el sallıyordur.

İki öykü kitabından sonra üç roman yayınladınız. Bundan sonra bize ne anlatacaksınız?

Başladığım ve bitiremediğim birtakım çalışmalarım var. İlk olarak onları tamamlamak istiyorum. Onların yanında bazen bittiğini bazen de eksik olduğunu düşündüğüm bir öykü dosyam var. Onunla ilgili bir karar verirsem onu yayımlamak isterim elbette. Ama daha karar vermiş değilim.

Masanın üzerinde bir sürü şey var aslında, hepsiyle de ilgileniyorum. Önce hangisi biterse o yayımlanacak. Acele etmemek en iyisi bazen…

Son olarak… İslenmiş Aşka Mektuplar’ı Nick Cave eşliğinde okumuştuk. Sayıklamalar’ın müziği nedir?

“1001 Fıçı Bira” için de Leonard Cohen diyebiliriz sanırım. Çünkü hep Leonard Cohen çalıyordu o yıllarda. “Sayıklamalar” için bence rock baladları uygun olacaktır. Testament; Return to Serenity, AC/DC; Ride On, Ozzy Osbourne; No More Tears, Savatage; Follow Me, Xentrix; No More Time, Death Angel; A Room with a View, Manowar; Master of the Winds ilk aklıma gelenler oldu…

ferhat_uludere_izmir_life

(Bu söyleşi İzmir Life Dergisi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.)